20 Kasım 2010 Cumartesi

YAZILIKAYA'DA ETİ'LER / IV

[1] Erhat, A. (2002) Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, s.184. Ayr. Bkz. Hebe. Erhat, A. a.g.e. s.123.
[2] Anadolu-Yunan mitolojisinde, dağların ulu tepelerinin üzerinde (Olympos) oturan Bulut tanrı Zeus’u hatırlayalım.
[3] Uzak Doğuda Antik Türkler, doğaya zarar vermemek için, çizme ve çarıklarını topuksuz olarak üretirlerdi. Etilerin tüm giysilerindeki ayakkabı türleri, bu yönden dikkat çekicidir.
[4] Düzgüner, F. (2007) “Bir Güneş (Ateş Kültü) Tapınağı: Pantheon”  mimar.ist, Sayı: 26, s.107.
[5] Aztek Ateş tapınağı için Bkz. Townsend, R. F. (2001) Aztekler, Çev. M. Özdemir, Arkadaş Yayınevi, Ankara, Res. 77.
[6] Düzgüner, F. (2002) “Anaplous ve Prookhthoi’de Yeni Buluntular, Hagia Maria Hodegetria ve Nea Ekklesia (Mesakepion) Kiliseleri”, Annual Supplement of Arkeoloji ve Sanat Magazine 1, s.35, Çiz.4b.
[7] Kur’ân-ı Kerîm’in çeşitli bölümlerinde, Hz. Muhammed’e inanmayanlar, onun söylediklerini “atalarının anlattıkları eski masallar” olarak niteliyorlar. Kur’ân-ı Kerîm ise, böyle söyleyenlerin cezalandırılacağını açıklıyor. Bkz. Kur’ân-ı Kerîm (1962), Çev. B. Atalay, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş., İstanbul s.327, Nahl: 24; s.467, Neml: 65, 66; s.733, Mutaffifin: 10.
[8] Eti’ler dünyanın, bir öküzün boynuzları üzerinde duracağına inanacak kadar aptal değillerdi. Gerek Mısır, gerekse Hatti ve Eti’lerin Tokar kökenine bağlı, gelişmiş zeka, sanat becerileri ve olağan dışı kültürleriyle üstün birer ırk oldukları ortadadır.  Bir dünya atlasında, Pasifik okyanusuna bir bütün olarak bakacak olursak, bu okyanusun “öküz” benzetmesini fazlasıyla hak ettiğini görürüz. Ancak, tüm atlaslarda Pasifik’in değil de, Atlantik okyanusunun neden merkez olarak alınıyor olduğunu sorgulamamız gerekir. Diğer tarafta, bugüne dek bu insanları anlayamadığımız için, Çatalhöyük’ten sonraki bu en eski Anadolulu atalarımıza özür borçlu olduğumuz kanısındayız. Her ne kadar “öküz” olarak tercüme edilmişse de bu hayvan, Eti’lerin kutsal boğasıdır. Zira antik dönemlerde, insan hayatını etkileyen her doğa olayı, insan ya da hayvanlar kutsallaştırılmıştır. Bkz. Düzgüner, F. mimar.ist, Sayı: 26, dn.70. Düzgüner, F. (2010) “Thorch (Torch, Torc), Torque ve Didyma Apollon Tapınağı”, (duzguner.blogcu.com).
[9] Bu imaj şimdiye dek, bir öküz betimlemesinin boynuzları üzerine yerleştirilen dünya tasviriyle gösterilmiştir.
[10] Çin mitolojisinde, ejderha ve yılanların, nehir ve dere yataklarına hükmetmelerine dair inanç için Bkz. Eberhard, W.  (2000) Çin Simgeleri Sözlüğü, Çev. A. Kazancıgil; A. Bereket, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s.104-107, 332-334.
[11] Boyları yaklaşık olarak bir metreye kadar varan dev istakoz türü.* Anadolu-Yunan mitoslarında Phorkys olarak geçmektedir. En çok sevdiği yiyecekler arasında denizkestanesi ön sırada gelir. Bu bağlamdaki tanrıyı, betimlerden birinde, kızı sayılan Thoosa’dan (Sea urchin), yani denizkestanesinden yapılmış bir kolyeyi, boynunda taşırken görüyoruz. Bkz. Düzgüner, F. (2009) Erg-Enek-On İnsanın Kökenine Yolculuk, Homeros’un Odysseia Adlı Yapıtının Analizi, Hermes Yayınları, İstanbul, s.136, Fig.54a.
* “Palinurus barbarae-Giant Spiny lobster-Palinuridae-Gigantik istakoz-Rock lobster-Kaya istakozu” adlarıyla anılan istakoz türü, Madagaskar adasında 2006 yılında keşfedilmiş. Yaklaşık 1.5 feet (0.46 m) uzunluğunda ve 4 Kg ağırlığındaki bu istakoz türü, Hint okyanusunda Somali’den Kenya, Mozambik ve Madagaskar adasına kadar olan bölgede yaşıyor. Şimdiye dek rastlanan en büyük türü, 1 m’den biraz daha fazla. Çin’de Sarı denizden Filipinler’de Manila adasına kadar olan bölgede yaşayanları “Chinese Giant lobster” olarak biliniyor. İngiltere yakınlarında bulunan Pink Spiny lobster türü, 0.60 m uzunluğunda ve 4.2 Kg imiş. “Poseidon” adıyla da anılıyor. Bu nedenle Odysseia’daki Oyuk mağaralar’ın, Klimanjaro dağının Hint Okyanusu’nda, Madagaskar’a bakan kıyılarında olduğunu anlayabiliyoruz. Bu bağlamda, Phorkys’in Palinurus barbarae olduğu ortadadır. Yukarıdaki betimde, başında çift istakoz tasviri taşıyan Phorkys’in istakozlarından sağdakinin Pasifik’in batı, Yani Çin kıyılarını; soldaki istakozun ise Hint okyanusunun Madagaskar ve Etiyopya kıyılarına sembolize ettiği anlaşılmaktadır.
[12] Tasvir edilen Pasifik’teki öküz görüntüsünü, ancak harita, ya da uzaydan çekilmiş fotoğraflarda görebiliyoruz. Eti’lerin bunu nasıl gördüğü ve bu benzetmeyi nasıl keşfettiklerini anlamak oldukça zordur.
[13] Aztek’lerde İkiz yılan ve akbaba betimlemeleri için Bkz. Townsend, R. F. (2001) Aztekler, Çev. M. Özdemir, Arkadaş Yayınevi, Ankara, s.59, 60, 185, Res.33, 35, 120. Townsend, hemen her Aztek betimlemesini kurban merasimi, ya da vahşi olaylara bağlamış. Oysa, resim 120’de, akbabanın üzerindeki boşlukta kalbe varan atardamar ve insan eli betimleriyle Kem’deki hayatiyet ve canlılık tasvir edilmiş. Sembolün üzerindeki sekiz daire tasviri, sekiz kutsal kent (Khem-MU), bunun da üzerindeki baklava dilimlerinin içinde Hayat Ağacı motifleri yer alıyor. Burası, Asya’daki Kem, yani Tarım havzasıdır. Heykelde, tanrının gözü tüm görkemleriyle betimlenmiş İkiz kobra yılanları ve akbaba tarafından korunmaktadır. Tapınaklarda, kurbanlardan kalp çıkarma adetinin, artık geçmişte kalan Kem’deki hayatiyete kurbanlar adanırken, dualarla birlikte gönderme yapıldığı anlaşılmaktadır.
[14] Düzgüner, F. (2008) “İstanbul’da Okeanos’la Tethys’in Kızı Tykhe’nin Forumu: Forum Constantini II”, mimar.ist, Sayı: 30, s.80, 81.
[15] Aztek’ler Aztlan adasından ayrılırlarken, akılları Kem’de kalmıştır. Tanrının gözünün daire şeklinde betimlenmesi hakkındaki görsel bilgi için. Bkz. Townsend, R. F. a.g.e., Res.33. Maya’larda, tanrının gözünün benzer bir görünümünü Yağmur tanrısı Chak figüründe görüyoruz.  Tanrının kukuletasının ön tarafında, kirpiklerine kadar betimlenmiş okulus’un sol tarafındaki figür tam olarak seçilemiyor ise de, akbaba tasvirine benziyor. Ancak, sağ tarafta, sol omzuna doğru uzanan betimin kobra yılanı olduğu açıkça görülüyor. Coe, M. D. (2002) Mayalar, Çev. M. Özdemir, Arkadaş Yayınevi, Ankara, s.183, Res.123.
[16] Sembol, ikiz yılanların (Gog-Mogog fay merkezleri) tekrar harekete geçip yeryüzünü felâketlere sürüklememesi, insanların toplu ölümlerine neden olmaması, sağlıklarını koruması anlamında, yılanlara gösterilen saygı, ya da hürmeti ifade etmektedir.
[17] Eserin fotoğraf çekiminde sol tarafın çok ışık alması nedeniyle, bu taraftaki ikinci ikiz tanrıça görülememekteydi. Bu nedenle, işlenişleri benzer olan İkiz tanrıçalar ve eser hakkında daha ayrıntılı bilgi aktarabilmek üzere, sağdaki tanrıça figürünü kopya ederek sol tarafa yapıştırmak zorunda kaldık. Durumu belirtmek üzere, ara boşluklar düz renkle ifade edilmeye çalışılmıştır. Yerinde yapılacak çalışmalarda, daha somut sonuçlar alınacağı kanısındayız.
[18] Bkz. Düzgüner, F. Erg-Enek-On, s.32, 34, 77, Fig.2a-c, 2d, 29b.
[19] Yani, batıdakiler doğudan batıya; doğudakiler, doğudan daha öte doğuya (Amerika kıtası) gitmişler.
[20] Maya’larda benzer bir tasvir için Bkz. Coe, M. D. a.g.e., s.141, Res.83.
[21] Tanrı Sarruma’nın başında, çember şeklindeki “tanrının gözü” sembolleriyle süslü kukuleta’nın benzer şekli için Bkz. Townsend, R. F., a.g.e., s.85, Res.43. Resimde, kukuleta üzerinde görülen ve yine dairesel olarak gösterilmiş “tanrının gözü” sembolü “Ficas”, yani “fixation= Marazi bağlılık, düşkünlük” olarak değerlendirilmiş. Coe, M. D. a.g.e., s.145, Res.89.
[22] Tufan sonrası pek çok gemiyle dünyanın çeşitli yerlerine göçlerin yapıldığı anlaşılıyor. Bu nedenle buradaki kurtarıcının, Eti’lerin Nuh’u olma olasılığı akla gelmektedir.
[23] Nuh tufanında seller, Kem’e (Taklamakan çölü) kadar uzanmıştı. Tarım havzasının bir zamanlar deniz olduğu hakkındaki iddialar bu nedenle doğrudur. Deniz suyuyla kaplı alan, bol suyla beslenemediğinden zamanla kurumuş, tuzlu deniz suyu nedeniyle, uzun zaman deniz suyunun altında kalan, zengin bitki örtüleriyle kaplı toprak, oluşan asit sülfat etkisiyle önce gri çamur haline dönüşmüş, daha sonra diplerde demir sülfürlü tabakalar oluşturarak verimsiz hale getirip zaman içinde çölleştirmiştir. Denize kıyı oluşturan sahillerdeki kum tabakasından biraz ötede başlayan, ve deniz suyunun etkisinin kalmadığı yerlerdeki sınırda oluşan yeşil alanlardaki oluşumlarla karşılaştırınız.
[24] Sembol, tüm MU kültürüne aittir. Bu nedenle, Eti’lerin adalardan batıya gidişinde bir problem yaratmaz.
[25] Ainu’lar, Prehistorik dönemlerde Japonya’nın Tōhoku bölgesi ve Hokkaidō adaları yanında, Asya’da Baykal gölünün kuzeyinde Evenki; Sibirya’da Yukagir, Eskimo, Chulchi; Çin’de Ulchi ve Negidal’da açılan Antik mezarlardan ele geçen fosil Ainu iskeletlerinde saptanmış. Günümüzde de aynı bölgelerde hâlâ yaşamaktadırlar. Krş. İçin Bkz. (bp2.blogger.com/.../nm_6R1t3zmc/s400/s_ainu.jpg). (gallery.beardcommunity.com/albums/uploads11/a...).
[26] Kem göz’ün bu bağlamdaki asıl anlamı, “tanrının gözü”ne (güneş tanrı-okulus-oculus, Ra’nın gözü) nazar değmesin, yani, “güneş yok olmasın”dır. Özdeyişin, uzun buzul dönemlerinden çıkan insanların, tekrar güneşi görebilme özleminden doğduğu açıktır. Bu insanların çekik gözleri, Homo erectus’un var olmasından, Buzul dönemleri sonuna kadarki evrede, karlarla kaplı buzullar ve gökteki bembeyaz bulutlara binlerce yıl kısık gözlerle bakmak zorunda kalmalarından kaynaklanmış olabilir. Olasılıkla tufan sonrası Akdeniz’e ulaşan bu insanlar, bölgenin güneşli ikliminde, ancak çok uzun yıllar yaşadıktan sonra günümüzdeki göz biçimine sahip
olabilmişlerdi. Yani bu özellik, bölgede hâlâ daha süregelen sisli hava nedeniyle, bölgesel şartların fiziksel yapıyı biçimlendirmesiyle yakından ilgili olabilir. Türklerle Kem bölgesi arasındaki yakın ilişki, onların tarih öncesi dönemlerine ve Tokar’lı atalarına işaret eder. Buna dair belgelerden birini, Nuh’un Allah’tan “Yafet’e genişlik vermesi ve Sam’ın çadırlarında oturması” hakkındaki vasiyetinde de buluyoruz. Gerçekten Moğol ve Türkler, o zamandan beri bölge ve civarındaki çadırlarda oturmayı sürdürmektedirler. Ancak, yaklaşık 1500 yıl sonra döndükleri “Kem”i bu kez çöl olarak bulmuşlardı. Batıya olan Dor vb. göçler buna işaret ediyor. Düzgüner, F. (2007) mimar.ist. Sayı: 26, s. 106.
[27] Büyük Dünya Atlası (1985) Arkın Kitabevi, İstanbul.
[28] !950’li yıllarda Ödemiş’te henüz dört, ya da beş yaşlarındayken, dede dediğim “Mutuş ağa-Mustabey”  lakaplı, sarışın, mavi gözlü, iri kıyım ev sahibimiz vardı. O zamanlar sarışın olduğumdan pek çok severdi beni, kendine benzettiği için. Ben de onu tabii. Bu resmi gördüğümde onu hatırladım. O kadar çok benziyor ki.
[29] Düzgüner, F. (15 Kasım 2007) ArkeoPera’da Perşembe Sohbetleri. Düzgüner, F. (2008) “Yurt ve Piramit Mimarisinin Kökeni: Yangshao Kültürü”, mimar.ist, Sayı: 28, s.102-110.
[30] Mitos, geleneksel biçimde masallaştırılmış. Olasılıkla, öldürülen insan Pelops değil, bir oğlu olması için tanrılara adadığı ve Pelops adını verdiği siyah bir koçtur. Çok sevdiği hayvanın etini yedirdiği tanrılarsa, o dönemlerde tanrılara eş koşulan hayvanlardan biri olabilir. Tıpkı, Garipçe Köyü’nde (Liknias) yaşamış Phineus’un başına bela olan Harpya’lar (Harpyia) gibi. Bu bağlamda Pelops’un yaşama dönüşü, kurban edilen Pelops’un yerine olan gerçek oğlu Pelops’tur? Düzgüner, F. (2009) “Garipçe Köyü (Liknias) ve Gypopolis Tepesi”, mimar.ist, Sayı:32, s. 103-106. Eyüpgiller, K. K. (2009) “Karadeniz Boğazı Kaleleri, Karipçe Kalesi, Rumelifeneri Kalesi”, mimar.ist, Sayı: 33, s.103, 104.  Düzgüner, F (2009) “Doç. Dr. Eyüpgiller’în Eleştirisine Bir Yanıt”, mimar.ist, Sayı: 33, s. 105.
[31] Akheron, Nun, Ölüler denizi, Kara katranlı nehir, Erg nehri, Lo nehri.
[32] Herodotos Güneş Sofrası’nda yaşayan Etiyopyalılar için şöyle diyor: “…Kambyses’in elçiler gönderdiği bu Ethiopia’lılar kendilerini dünyanın en iri ve en güzel insanları sayarlardı”. Burada yazarın, “İkhthyophagos” lar* derken Yüzü Yanıklar, yani Siyah derililerden bahsettiği açıktır. Herodotos, (1991) Herodot Tarihi, Çev. M. Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, III.20.
* “İkhthyophagos” adı, bileşik bir kelime. Açacak olursak: İkhty (İchty)= Antik dönemde, büyük bir balığın içinde pek çok küçük balığın tasvir edildiği bir bereket sembolü, Amulet, ya da tılsımdır. Kısaca “balık” anlamına geliyor; Op>s= Yüz, göz demektir; Hagos= Günümüzde de, daha çok Etiyopya’da kullanılan bir erkek adıdır. Bu bağlamda  “İkhthyophagos” adının, Balık yüzlü (gözlü) Hagos’lar anlaına geldiği açıklık kazanmaktadır. Sonuçta bileşik ismin, Elepantine’de oturan Aithiop’lara Perslerin verdikleri bir ad olduğu anlaşılıyor.
[33] Erhat, A. a.g.e., s.188.
[34] Carpiceci, A. C. (1998) Art And History of Egypt, Casa Editrice Bonechi, Florence, s.72, 73, 140, 141. Düzgüner, F. (2008), mimar.ist, Sayı: 28, s.107, 108.
[35] Herodotos, a.g.e., II.136.
[36] Diğer tüm betimlemelerin aksine, tanrı Teşup’un başının cepheden tasvir edilmiş olması, dikkat çekicidir.
[37] Düzgüner, F. (2007) “Yurt, Praitorion, Kilise ve Cami Mimarisi İlişkileriyle Volkanlar”, mimar.ist, Sayı: 23,
s.77-89, Şek.6.
[38] Lloyd, S. (1967) Early Highland Peoples of Anatolia, Thames & Hudson, London, Fig. 130.
[39] Khorsabad’taki Haldi ve Bagbartu’ya ait Urartu tapınağındaki sütunlarda mevcut bağlarla karşılaştırınız.
[40] Kral IV. Tudhaliya ile tanrı Sarruma’ya ait yukarıdaki resimde, tanrının sırtında taşıdığı sembolle karşılaştırınız.
[41] Düzgüner, F. (2009) “Aklanmayı Hak Eden Tarihçimiz: Herodotos”, www.hermetics.org/herodotos.html-113k.
[42] Mısır firavunlarının hüküm süreleri hakkında, çeşitli kaynaklarda birbirine yakın, ancak değişik tarihler vardır. Biz, bunlar arasında ortalama tarihleri almayı yeğledik.
[43] Neşa, Türkçede “Buğday unu “ demektir. Dolayısıyla, “Un üretenler= Uncular” kapsamında, “Tarım yapanlar”, “Tarımcılar- Tarım toplumu” anlamlarına geldiği ortadadır. Bkz. Redhouse (1974) Türkçe-İngilizce Sözlük, Redhouse Yayınevi, İstanbul. s.880.
[44] Türkçe’ye “kanış” olarak geçen kelimenin anlamı, “inanç, itikat, mezhep, din, akide-persuasion”dır. Bu bağlamda, “İnaçları olan toplumun dili”, ya da “Un’cuların dili” anlamlarının yakıştırılması olası görülebilir. Redhouse, a.g.e., s.594, 595.
[45] Tevrat, (1974) (Kitabı Mukaddes-Eski ve Yeni Ahit), Kitabı Mukaddes Şirketi), İstanbul, Tekvin, 23. 3-20.
[46]Ethi” adının “Aithi” olarak yazıldığını önce Homeros, daha sonra da Herodotos’tan öğreniyoruz. Homeros, (1984) İlyada, Çev. A. Erhat; A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul, I 423, XXIII 206, s.589. Yüzü Yanıklar. Homeros (1988) Odysseia, Çev. A. Erhat; A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul, I. 22, 23; IV. 84; V. 282, 287, s.430. Herodotos (1991) a.g.e., II. 11, 12, 22, 28, 29, 30, 110, 139, 146, 161; III. 114; VII. 90.
[47] Ethi Map/New Caledonia Google Satellite Maps: (www.maplandia.com/new-caledonia/ethi/-3k). Sand, C. (1998) “Asian Perspectives”, The Journal of Archaeology for Asia and the Pasific, Vol.37.
[48] Lapidary: Hakkâk, oymacı, kıymetli taş kesicisi anlamına geliyor. Bu anlam, Teselya’da bir boy olan Lapith’ler (Lapithai) ve Eti’lerin geldikleri ada olabilecek Ethi (Maré) adasındaki Lapita kültürüyle büyük benzerlik göstermektedir. Yeni Kaledonya dilindeki “xaapeta → Lapita”dan gelen kelime, “bir delik kaz” anlamındadır. Taş oyma ustalarının, eserlerini kalemle hak ederken delikler kazarak ortaya çıkardıkları göz önüne alındığında, Lapita kültürlerinin, taş oyma ustaları Eti’lerin nesillerinden olduğu ileri sürülebilir görünüyor. Erhat’a göre bu halk, kendilerinden önce bölgede oturan Pelasg’ları kovarak, Pindos, Pelion ve Ossa dağlarının eteklerinde yerleşmişlerdi. Ancak adlarına Knidos ve Rhodos’ta da rastlanması, bize göre onların Teselya’ya yine Afrika’dan adalar yoluyla geldiklerine işaret ediyor. Erhat, A. a.g.e., s.193. Homeros, Troia savaşında Lapith’lerden bahsederken şöyle diyor: “Ama kapıda iki yiğit adam çıktı karşılarına, Lapith’lerin, taşkın canlı kargıcıların oğulları, biri güçlü Polypoites,* Peirithoos’un** oğlu, öteki Leontes, insanların baş belâsı Ares’in dengi. Kapıların önünde duruyordu bu ikisi, dağlarda dimdik duran meşeler gibi”.
* Poly>poites: Poly= çok; Poites= Uç,doruk, tepe (Yapıların) anlamları kapsamında “Çok tepeli” anlamındadır.
** Peiri>thoos: Peiri= Olasılıkla dilimizdekinin aynı, yani “peri” anlamındadır; Thoos= Phorkys’un kızı Peri Thoosa hatırlanacak olursa, Etiyopya ve Madagaskar dolaylarının ünlü “deniz kestane”lerini temsil eden Phorkys’un kızı peri Thoosa ile, yani Etiyopa ile ilgili bir isim olduğu anlaşılmaktadır.
Homeros, İlyada, s.XII, 127-194.
[49] (1.bp.blogspot.com/.../s400/granstepset.JPG).
[50] Pırazvana (bırazvan). bıçağın sapa geçen sivri kısmı. Eser belki de, bir asa şeklinde tasarlanmıştı. Ahşap asanın tepe kısmına takılıp perçinlenen barbazan, gündönümlerinde Stonehenge’nin ortasında güneşe karşı dikiliyor, ışığın esere belli bir açıyla vurması sağlanıyordu ?
[51] Pek çabuk unuttuğumuz geçmişle olan bağlarımıza karşın,  Antik Türkler ve Moğollar tarafından son derece kutsal sayılan bu piramit, bize göre, büyük olasılıkla Adem’in piramit mezarıdır.
[52] Düzgüner, F. (2007), mimar.ist, Sayı: 26, s.108, Şek.9.
[53] Chou Adamı’nın (Homo erectus pekinensis) volkanik arazi nedeniyle, Choukoutien’deki arazide bulduğu demir filizine çok şey borçlu olduğu ortada. Öncelikle, sertliği ve kesici özelliğiyle dikkatini çeken bu madeni doğal ki yaşadığı mağaraya taşımıştı. Nemden oksitlenen maden, bir süre sonra renk vermiş, çakmak taşı aletlere şekil vermek için kullandığında ise oluşan kıvılcım nedeniyle ateşi keşfetmişti. Bu nedenle, İÖ 1.800000 myö’den, yaklaşık İÖ 5000’e kadar bu madenle haşır neşir olan Hebei’deki İç Moğolistan insanlarının, yaklaşık 1.795.000 yılda edindiği deneyimlerle, Neolitik dönemdeki çanak çömleklerini Terra Sicillata tekniğinde boyayıp fırınlarda pişirir hale getirmeleri, hiç de kanıksanacak bir olay değildir. Hele, İÖ 4000-3500 arasında bakırı keşfedip onu işleyecek duruma geldikleri düşünüldüğünde, olması gereken, doğal bir sonuç olduğu ortadadır. Nuh’un şarap içtiği biliniyor. Öyle anlaşılıyor ki, onlar da şarapları amphoralarla taşıyorlardı.
[54] Bu tarihler, Etilerin Anadolu’daki varlıklarıyla ilgilidir. Yoksa, Uzak Doğu’da oldukları dönemlerde, yukarıda anılan tüm teknikleri, en geç İÖ 5. – 4. binden beri bildikleri ortadadır.
[55] Troia I’deki ilk yerleşim, yaklaşık olarak İÖ 3000-2500’dır. Tarihlerdeki saptamalar, buradaki eserlerin tarihlemeleri üzerinden gerçekleştirilmiştir. Ancak, pek çok eser üzerinde yapılacak karşılaştırmalı analizlerin de, benzer sonuçlar vereceği kanısındayız.
[56] Düzgüner, F. mimar.ist, Sayı: 28, s.106.
[57] Bkz. Düzgüner, F. Erg-Enek-On, s.192, Fig.88.
[58] Tanrı Djehuti Mısır’da, en eski haliyle İbis kuşu şeklinde de betimlenmiştir. Bir bataklık kuşu olması, tufan sonrası bataklık haline gelmiş olan Çin’de Hoang-Ho ve Si Kiang nehirleri arasıyla Afrika’da Nil nehri kıyılarını hatırlatır. İbis, Afrika’ya yeni ulaşan göçmenlere, bataklıklarda kendisine yiyecek ararken,  besinlerin bulunduğu alanlarla basılabilecek kuru yerleri gösterdiği için kutsal sayılmış olmalıdır. Djehuti’yi, çevresi kent sembolleri ve yazılarla süslü bir tabak üzerinde, başında thyrsos’uyla tasvir edilmiş eserdeki betimle, Maya yazmanlarının koruyucusu  Hunahpu ve Tavşan tanrıyla karşılaştırınız. Coe, M. D. a.g.e., s.112, Lev. XVII, s.200, Res.136.
[59] Tablodaki tarihler, Uzak Doğu kültürlerine göre düzenlenmiştir.
[60] Batılı bilim adamlarına göre, İnsanın kökeni Afrika’dır. Ancak Afrika’da beyaz tenli insan kökenini ortaya koyacak bir fosil türü mevcut değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Onların bu varsayımlarına göre, siyahi Afrika Homo erectusu (Turkana boy-Turkana çocuğu) buradan dünyaya yayıldı ise, Avrupalıların nasıl beyazlaştıklarını açıklayacak bir verilerinin olmadığı da açıkça ortadadır. Aksinin iddia edilmesi, “Afrikalı Turkana çocuğu Avrupa’ya vardığında, zamanla kendi kendine mi beyazlaştı?” sorusunu akla getirir. Oysa Uzak Doğu’da günümüzde bile hâlâ daha yaşayan Japonya’nın Tōhoku bölgesiyle Hokkaidō adası ve Bering boğazından Beijing’e kadarki alanda, Ainu’ların prehistorik dönemlerden bu yana süren varlıkları, beyaz insanların geldikleri kökene açıkça işaret etmektedir.* İnsanoğlunun, kâinatın oluşumundan bu yana, tıpkı diğer canlılar gibi evrim geçirdikleri ortadadır. İskelet yapımızdaki Kuyruk sokumu kemiği (Sakrum), genlerimizden gelen varlığını, bazı anormal hallerde ve ender de olsa kendini hâlâ göstermektedir [Görsel belge için Bkz. (1.bp.blogspot.com/.../s400/human_tail8.jpg)]. Bu bağlamda, Charles R. Darwin’in “Evrim teorisi”, Tanrı’nın varlığını yadsıyan bir teori değil, tam tersine onun varlığını kanıtlayan bir teoridir. Örnekleyecek olursak; insanoğlunun yaptığı ve kendini yaratıcı görüp övündüğü her şey, başlangıçta yenidir, ancak zaman içinde eskimeye, yok olmaya mahkûmdur, yani bir daha var olmamak üzere ölür. Oysa yaratıcı Tanrı’nın ölüm olarak bizlere gösterdiği her olay, yeni bir oluşum, gelişim ve evrime dönüşecek sürekli bir devinim içindedir. Bazı canlı türlerinin doğadan yok oluşları, onların görevlerini tamamlayıp, yeni canlıların oluştuğunu, yeni bir ortamın doğmakta olduğunu göstermekten başka bir anlam taşımaz. Tanrı’nın, tıpkı insanlarda düşündüğümüz gibi, her canlı, doğa ya da uzay parçasını, ayrı ayrı yaratmak için uğraş vermediği ortadadır. Başlangıçta yarattığını, gelecekte ve sonuçta olacağını bildiği gelişim sürecine bırakmış, oluşan her şey, bu devinim süreci içerisinde, doğa ya da kâinata uygun bir şekil ve zamanda biçim değiştirmiş ve değiştirmeye de devam etmektedir. İnsanoğlunun, dünyanın kor biçimindeki ilk halinin ardından geçen uzun bir süreç sonunda, deniz, dağ, göl, bulut, oksijen ve nehirlerdeki tatlı suların yarattığı uyumlu bir ortam içinde oluşan favna ve florayla donanmış doğa harikası ortamında ve tam seçilmiş bir zamanda evrimini tamamladığını görmemek mümkün değildir. İşte insanın bu evrimine ait kültürel verilerin ilk saptandığı yerin Uzak Doğu toprakları olduğunu yadsımak, bize göre Batı’nın büyük bir tarihsel yanılgısıdır. Tüm bunlara, beyazların Uzak Doğu’ya Avrupa’dan geldikleri iddiasında bulunan bilim adamlarının, her zaman olduğu gibi, bu konulardaki yanlış yönlendirmeleri nedeniyle değinmek zorunda kaldık. İçerikte yer alan tinsel bölümün, konudan ayrı olarak herkesin inancı doğrultusunda değerlendirmesi gerektiği açıktır.
* Bkz. Düzgüner, F. a.g.e., s.105, dn.31. Ainu’ların ataları, Hokkaidō adasını Kai, Kuyi, Kuye, Qoy gibi isimlerle adlandırmışlardı. Kuzey Atlantik okyanusunda, Karayipler’deki “Turks and Caicos İslands= Türk ve kayık adaları” hatırlanacak olursa, bu isimlerden “Kai”nin Türkçedeki “kay-kaymak-kayık”; “Qoy”  kelimesinin ise “koy>mak” fiilini, ya da “körfez” anlamındaki “koy” kelimesini hatırlattığı ortadadır.  Turks ve Caicos Adaları-Vikipedi: (tr.wikipedia.org/wiki/Turksve_Caicos_Adaları-52k).
[61] Bu tür fiziksel değişimlerin, tıp doktorları tarafından bilimsel olarak ayrıca incelenmesi gerektiği kanısındayız.
[62] Platon (2001) Kritias, Çev. E. Güney; L. Ay, Sosyal Yayınlar, İstanbul,  a.g.e., 114 c.
[63] Kansu, Ş. A. (1946)  İnsanlığın Kaynakları ve İlk Medeniyetler, CI, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, s. 91, 94, 95, 161, 162.
[64] İÖ 5. binde, Orta Asya’daki Tarım havzasından, bugünkü Çin ve karşısındaki Japon adalarına kadar hüküm süren Tokar kültürünün (Kem-MU kültürü) dilleri, “Tokar A” ve “Tokar B” olarak ayrılmıştır. Buna benzer şekilde, Büyük tufan öncesinde Uzak Doğu’da yerleşik Tokar kültürü “Tokar I”; İÖ 2000’lerde Tarım havzasına  ikinci kez varan Tokar kültürünü de “Tokar II” kültürü olarak adlandırmak gerektiği düşüncesideyiz.
[65] Düzgüner, F. a.g.e., s.107.
[66] Herodotos, Herodot Tarihi adlı eserinin tamamında, Yunan anakarasında oturanları “Yunanlılar” olarak tanımlamaktadır.
[67] Hsiung-nu (ferocious slaves= vahşetin köleleri) adı, Çinlilerin Hunlara verdiği küçük düşürücü lakaplardan sadece biri. Bu ad, “vahşi, yırtıcı, kudurmuş (ferocious)” anlamına geliyor. İsmin. Volkanlardan akan ve demir cevheri de içeren lavların, önünde engel tanımayan akıntılarına gönderme yaptığı açıktır. Ancak, onlara saygı ifade eden pek çok lakap da takılmış. Bilim adamları, Çin’le ilgili ifadelerinde, Hunları küçük düşürücü diğer lakaplara pek değinmiyorlar. Bunlar arasında, Hsiung-nu, Hiung-nu, Xiong Nu vb. gibi pek çok isimler de yer almaktadır. Bunlar bilimsel literatürde, Çinlilerden önceki dönemlerde Türklerin İç Moğolistan ve Çin’deki varlığına işaret etmesi nedeniyle, kullanılmamaktadır. Turkic World-Huns Dateline-1766 BC-336 AD:
[68] Bkz. Jackie Sixx, Etruscan Language. (http://www.geocities.com/jackiesixx/caere/languagepage.htm).
[69] Bazı kaynaşık dillerde yer gösteren isim hali. İsmin –de hali; Bu şekildeki isimlere ait. Redhouse (1986)  English-Turkish Dictionary, Redhouse Yayınevi, İstanbul, s.579.
[70] Polenezyalıların, Orta ve Güney Amerika’da azınlık olsalar da hâlâ yaşamakta olan Yüzü Yanık’lardan Maya, Aztek ve İnka’lara olan akrabalıkları yadsınamaz.  Anadolu halkının ise, geçmişi İÖ 6. binlere dayanan Moğolistan, Çin ve Endonezya adalar grubundan gelen Yüzü Yanıklarla, ağırlıklı olarak beyaz tenli, sarışın, renkli gözlü Ainu kökenli Tokar Türklerinin gen ortaklığından oluştuğu ortadadır. Saçın, kimyasal olaylara reaksiyon göstererek renk değişikliklerine uğrayabildiği bilinen bir gerçektir. Tarım havzasında saptanan Tokar Türklerine ait mumyalardan pek çoğunun kızıl saçlı olmaları, Büyük tufan sonrasında deniz suyunun toprakta meydana getirdiği önce asit sülfat, daha sonra da derinlerde ortaya çıkan demir sülfürlü tabakaların etkisiyle oluşmuş olup olamayacağı konusunun, ilgili bilim adamlarınca ayrıca araştırılması gerektiği kanısındayız.
[71] Konunun Dilbilim kapsamına girmesi nedeniyle, bu konudaki uzman değerlendirmelerine başvurmanın daha sağlıklı sonuçlar vereceği kanısındayız.

YAZILIKAYA'DA ETİ'LER / III

 Bize göre bu özellik, Eti’lerde de mevcut olabilecek Kyklop makinelerinin varlığına işaret etmektedir.[40]

Eti’lerin kökenleri
Gerek Frigya kralı Pelops ve gerekse Eti kültürünün yaklaşık İÖ 1200-1100 dolaylarında, Mısır ve Etiyopya’yı hatırlatan ortak verileri, bunların Afrika kültürleri kaynaklı olduklarına kesin gözüyle bakmamızı sağlayacak belgeleri oluşturuyor. Kökenleriyse, hiç kuşkusuz Orta Asya’dan Uzak Doğu Endonezya-Japonya adalar grubuna kadar uzanan Kem-MU kültürüne dayanıyordu. Bu kültürün temsilcileri olan Tokar’ların, Büyük tufan sonrası vardıkları Etiyopya, İÖ 3. binde, Doğu Akdeniz ve Ege’deki göçlerin öncesinde yaşanan İÖ 4000-3500’deki Büyük tufanı, tarihsel açıdan oluşan belgeleriyle de destekleyici içeriktedir. Özellikle Homeros’un İliad (İlyada) ve Odysseia (Odise) ile Herodotos’un “Herodot Tarihi” adlı eserlerindeki “Libya ulusları” başlıklı bölümde anlatılanlar, tıpkı Pelops ve “Yüzü yanıklar ülkesi” Etiyopya hakkında, Antik Ege, Anadolu ve Yunan tanrılar pantheon’unun dayandığı kaynaksal kültürü açıkça işaret etmektedirler.[41]

Görsel hakkında daha belirgin bilgi edinmek üzere, A-B doğrultusunun üstünde kalan ve görülemeyen üçgen çatının tepe noktası, düz renkle yapılan ek içinde tamamlanmıştır. Tapınağın ön iki yanındaki sütunlardan yararlanarak, tapınağın iç kısmında, gölgede kalması nedeniyle tamamının görülemediği şeklinde, sanatçı tarafından doğru olarak betimlenen içteki sütunlar, daha net bilgi edinmek üzere yerlerinde tamamlandı. Bu çerçevedeki Teşup tapınağından ayrıntı: 1= Üçgen alınlıklı çatı (aetos); 2= Kral IV. Tuthaliya kabartmasında, tanrı Sarruma’nın sağ elinde tuttuğu Kem sembolü (sola doğru ok ve 2 numarayla işaretli); 3= Olasılıkla kanatları açık Keşiş akbaba  (Nekhbet); 4= İkiz yılanlar; 5= Tanrı Teşup’un atribüsü yıldırım; 6= Tanrı Teşup. sakallı ve çatık kaşlı. Başının sağında, omzundan aşağıya inen ikiz yılanlar (siyah renkte) ?; 7= Teşup’un belinin alt seviyesinde, onu zirveye çıkaran dağ tasvirleri; 8= İon nizamındaki sütun başlıkları; 9= Kyklop’lara benzer tarzda inşa edilmiş sütun gövdeleri (tapınağın iç kısmında); 10= Tapınağın cephesindeki sütunlar. Bize göre, tanrı Teşup Kem sembolünü tapınak içinde ve başının üstünde tutarak onu korumakta, ona zarar vermeye çalışan Marduk gezegenine yıldırımlar yağdırmaktadır. Uyarlama. (Arş. Çiz.).


Tarihin başlangıcından beri bazı ayrıcalıklar dışında, insanların aralarında yaşadıkları sıkı bağlantılar, ya kan bağlarına ilişkin olarak akraba ve kardeşler arasında, ya da bir dost, arkadaş gibi tanıdıklar arasında gelişmiştir. Tanımadık kişilerle yaşanan ilişkiler ise, aynı günümüzde olduğu gibi olağan dışı olaylara bağlıdır. Bu bağlamda, Eti’lerle Mısırlılar arasındaki ilişkileri, kısaca gözden geçirmemizde yarar vardır.

Eti’lerin Mısır’la olan bilebildiğimiz ilk ilişkilerinin, İÖ 1450-1420 yıllarında II. Tudhaliya ile II. Amenofis (Amenhotep-Akheperure. İÖ 1427-1392)[42] arasının diplomatik bir evlilikle ve olumlu bir şekilde başladığı görülür. Daha sonra bozulan ilişkiler, I. Şuppiluliuma (İÖ 1380-1337) ile III. Amenofis (Amenhotep-Nebmaatre. İÖ 1417-1379) döneminde devam ediyor.

Mısır’da bir Hayat Ağacı tasviri. Ortada direk şeklindeki betimin üzerinde, altta yer alan volütler İon nizamındaki gibi dışa, gök çizgisine destek olan üstteki volütler ise içe doğru kıvrık. Abaküs (Tamu-Ölüler diyarı) üzerinde, ölümsüz Güneş kursu var. Bunun üzerinde yer alan ölümsüzler katına, tanrıça ve tanrı figürleriyle tanrılaştırılmış hayvan motiflerine yer verilmiş.
The Tree of Life: (altreligion.about.com/Library/weekly/aa102902a.htm-35k).


  İÖ 1350 yılında, IV Amenofis (Amenhotep-Akhenaten. İÖ 1350-1334), I. Şuppiluliuma’ya armağanlar göndererek olumlu ilişkilerin devamını sağlamıştır. İÖ 1325’te, Mısır firavunu Tutankhamon’un (Tutankhamun-Nebkheperure. İÖ 1347-1338) dul eşi Ankhesenamon (Ankhespaaton - Ankhesenpaam) Şuppiluliuma’ya, oğullarından birini kendine eş olarak istediği mektuba göre, bu dönemdeki ilişkilerin, olumlu yönde olmak üzere en yüksek seviyeye ulaşmış olduğunu görüyoruz. Daha sonraları, Eti Mısır ilişkileri bozulmaya yüz tutmuş. Kardeş halklar arasında oluşan çeşitli anlaşmazlıklar sonucunda, İÖ 1274’te patlak veren Kadeş savaşında, Mısırlılar bozgundan zorlukla kurtulmuşlar. Bu sırada Eti’lerin, savaşın ardından tekrar vasalığı kabul eden Amurru’lara karşı Şam’a kadar indiklerini görüyoruz. Savaşla ilgili barış antlaşması İÖ 1269 tarihini taşıyor. Yaklaşık olarak İÖ 1256 yılında Hattuşili (İÖ 1315-1282), büyük kızını II. Ramses’e (Ramesses. İÖ 1290-1224), Mısır sarayının baş kadını ve eşi olarak vermiştir. Kraliçe, Mısır’da “Maatnefrure-Maat-hor-neferure” adını almıştı. İÖ 1250-1220 arasında, IV. Tudhaliya  (İÖ 1250-1220) Mısır, Babil ve Asur’lularla iyi ilişkiler kurmuştur. Bu ilişkiler o kadar gelişmişti ki, ülkede ortaya çıkan kuraklık ve açlık sonunda, Mısır firavunu Merneptah (İÖ 1234-1214), kardeş halk Eti’lere, gemiler yükü tahıl göndererek yardımda bulunmuştu.

Lapita kültürünün saptandığı Ethi adasının Pasifik’teki yeri.

Diğer tarafta, Eti’lerin kuzeyde Kafkasya’dan Anadolu’ya girdikleri savı, onların kuzey ülkeleriyle neredeyse yok denecek kadar az olan ilişkileri nedeniyle, kabul edilebilecek bir iddia olmaktan çok uzaktır. Gerek pişmiş topraktan tablet ve figürinler, gerekse keramik, heykel ve kabartma eserlerdeki benzerlik, hatta eserlerin yaratımının altında yatan inanç, sanat anlayışı ve felsefe birliği, onların Mısır ve oradan Uzak Doğu’yla olan kaynaksal beraberliklerini yadsıma, ya da bu konudaki tartışmalara son verecek boyutlardadır.

a= Ethi adasının güneydoğu burnunda saptadığımız, büyük olasılıkla Antik kalıntılara işaret edebilecek yapıların genel planı (ölçeksiz plan). Boğazkale’nin planıyla karşılaştırınız: 1. Olasılıkla sur kalıntıları; 2. Sur içinde, duvarları takip eden yollar; 3. Kent kapısı; 4. Kapıdan kent içine ulaşan yol; 5. Kent kalıntılarının bulunduğu alan;  6. Kıyı boyunca uzanıp, güney burnunda kıyıyı takip ederek güneye dönen sur kalıntıları; 7. Sur içindeki alanda, yer yer yapılaşmanın devam ettiği bölgeler. b= Adanın hava fotoğrafı.
a. Ölçeksiz. (Arş. Pln.).


Eti’ler kendilerini Neşa’lılar,[43] kullandıkları dillerini de Kaniş[44] (Neşa-Nesili-Nesçe) olarak adlandırmışlardı. Kültepe’ye (Kaniş) verilen bu adın, Eti’lerin atalarının Uzak Doğu’da, tarımın ilk yapıldığı topraklardan, yani Erg-Enek-On’dan gelmelerine karşı atıfta bulunmak amacıyla verildiği anlaşılıyor. Bu nedenle bu ismin, onların geçmişlerini, yani kökenlerini ifade ettiği ortadadır. Kendi payımıza, Eti’lerin Tevrat’ta geçen “Het>h” ve “Hitti>m” isimleriyle, günümüzde hâlâ süregelen “Aith= Eth” adlarından yola çıkarak, araştırmalarımızı bu kapsamda ele aldık.[45]

Uzak Doğu adalarına hakim Lapita kültüründen, etek giymiş bir figürine ait ayak kısmı. Etekte, Bahar ekinoksunda, doğada hora tepen kadınlar tasvir edilmiş. Yazılıkaya Kılıç tanrıları figürlerinin yan yana yürüyüşleriyle, ayaklarındaki çarıklar arasındaki benzerlikleri karşılaştırınız. Eti’lerdeki figürlerden farklı olarak, İÖ 1600-500 arasındaki bu eserde,  figürlerin cepheden tasvir edildikleri görülüyor.  (mathildasanthropologyblog.files.wordpress.com...).


Eti’lerin geldikleri Uzak Doğu’daki adalardan pek çoğunun ismi değiştirilmiş. Bunlardan biri de, Mercan denizinin (Coral sea) içinde yer alan Yeni Kaledonya (New Caledonia) adasının kuzey doğusundan güney doğuya doğru uzanan çizgi üzerindeki Loyauté  (Loyalty) adalar grubunda, günümüzdeki değiştirilmiş adı “Maré” olan “Ethi, yani Antik dönemdeki adı, büyük olasılıkla Aith= Yanık” olabilecek adadır.[46] Dolayısıyla, Eti’lerin asıl adı, günümüzdeki ifadesiyle Yanıklar’dır. Adanın tamamı, düz bir ova görünümünde ve tusunami dalgalarına açıktır. Kuzeydoğu yakınındaki Tanna adasında ünlü Yasur volkanı (Tepegöz) bulunuyor.  Grupta en kuzeydeki ada Ouvéa, bunun güneyindeki ise Lifou adasıdır. Adalarda son dönemlerde gerçekleştirilen arkeolojik araştırmalar, kaya sığınaklarındaki bazı kazılarda sonuçlarını vermiş. Saptanan belgeler, kalıntıların en eski insanlara ait olduklarını gösteriyor (Chou Adamı-Homo erectus pekinensis ?).

A= Ethi adasının sakinlerinden, Lapitalı (Eth) bir kadın tümlemesi; b= Kabartma Eth geyiği betimli mühür ve üzeri delikli, olasılıkla flüt, ya da kaval olabilecek bir enstrüman: c= Anadolu, Yunanistan ve Roma’da Geç Helenistik ve Erken Roma dönemlerinde rastladığımız Terra Scillata (Sgillata) taklidinde boyanmış, İÖ 2000-500’e ait kulpsuz bardak; d= Terra Scillata tekniğinde boyalı bir at figürini; e= Bronzdan yapılmış ok ucu.
a-e.(mathildasanthropologyblog.files.wordpress.com...).


Akdeniz bölgesinde, Roma çağına kadar süregelen Terra Scillata taklidi, kırmızı astar boyaya daldırma tekniğiyle yapılmış bir Lapita mutfak kabı. Kullanılmamış olması, olasılıkla bir mezar hediyesi olduğunu gösteriyor. En geç İÖ 2000-500.
(www.engineers.auckland.ac.nz/.../image015.jpg).

Kaynaksal adı Ethi olan adanın kuzeydoğusuna bakan güneydeki ikinci burnunda, hava fotoğrafında plan arzeden, içeriğini bilemediğimiz bir takım kalıntılar saptadık.  Bunların gerçekten Antik bir dokuya sahip olup olmadığının araştırılması gerektiği kanısındayız.[47]  Endonezya adalar grubuyla birlikte “Lapita”[48] olarak bilinen kültüre ait eserler, İÖ 1600-500 arasına tarihlenmiş. Adada günümüzde de çok yoğun ve olağanüstü hüner gösteren taş işçiliği, bizlere ister istemez, Eti’lerin taş işçiliğinde gösterdikleri olağanüstü başarılı çalışmaları hatırlatmaktadır.[49]

Moreton (Heath-Heth ?) adası (sarı kare içinde) ve ikinci bir Torquay kenti.
(upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/7/7b/A...).


Eti’lerin kökenleri hakkındaki İkinci saptamamızın, yine Avustralya’nın doğusundaki bir adaya rastlaması, bir rastlantı olmamalıdır. Heath adasının adı, günümüzde Moreton adası olarak değiştirilmiş. Tevrat’taki “Heth” adı hatırlanacak olunursa, bu ismin İÖ 3. binden bu yana “Heath”a dönüşmüş, ya da asıl adının, Tokara “A” ve Mezoamerikan kültürleri dil kuramlarına uygun biçimdeki “Heath” şeklinde yazılmış olması, pek uzak bir olasılık olmasa gerektir. İlgi çekici biçimde, biraz kuzeydeki Fraser adasının kuzeybatı kıyısında Torquay kenti yer alıyor. Yukarıdaki haritada da görüleceği üzere, Heath adasının Yeni Kaledonya adalarıyla, Lapita kültürünün merkezi sayılan Ethi adasına olan yakınlığı, Eti’lerin burada da yaşamış olabilecekleri nedeniyle son derece dikkat çekicidir.

Keri Hulme imzalı bir yazıda, İngiltere’de Çalılık tümülüsünün batı ucunda bulunan, baklava (eşkenar dörtgen, elmas) biçimindeki bir altın eserden bahsediliyor. Eser, 1808 yılında Richard Colt Hoare ve William Cunnington tarafından ele geçirilmiş. Devizes’te, Wiltshire Heritage Museum’da sergileniyor. Eserin barbaza’sının,[50] olasılıkla ahşap bir parçaya bronz perçinle tutturulduğu saptanmış. Yazar, Uzak Doğu’da mezar hediyesi olarak bulunmuş bir Lapita çömleğinin üzerindeki baklava dilimli motiflerin, Stonehenge’de ele geçen bu altın eserlerle aynı şekilde olduğunu söylüyor haklı olarak. Eserler, Lapita kültürüyle aynı evreye, yani yaklaşık olarak İÖ 2000’e tarihlenmiş. Yine İngiltere’de, Edward Cunnington’un Maiden kalesi civarındaki Dorchester alanında, Clandon tümülüsünden ele geçirilen altın piramit modeli eser de aynı Stonehenge’dekinin bir benzeri. Ancak yazıda, Batılı bilim adamlarının her zaman yaptıkları gibi, Lapita kültürünün batıdan doğuya uzandığı iddia ediliyor. Batılılar bu ve benzeri iddialarında ısrar ederlerken, İngiltere’de mevcut olmayan piramitleri, Stonehenge’lilerin nereden görüp, bunların taklit modellerini oluşturduklarına değinmiyorlar bile. Biraz ters de olsa: “Yoksa, ilk önce İÖ 3. binde altından yapılmış maketlerini İngiltere’de oluşturdular da, daha sonra mı Asya’da X’ian’ın güneyine gelip İÖ 5. binin ilk yarısında Büyük Beyaz Piramit’i inşa ettiler?” sorusu geliyor insanın aklına ister istemez. Diğer tarafta, Tarım havzasındaki Nuh ve eşi Fuxi ile, Sümer tanrısı Marduk’un ellerindeki cetvel, pergel, açı ölçer, gönye ve kompas gibi uygulamalı matematiğe ait aletleri gördükten sonra, Bu modellerin, Çin’deki Büyük Beyaz Piramit’in (İÖ 4000-3500)[51] ölçekli olarak küçültülmüş kopyaları olup olmadığı konusunda kuşku duymamak elde değildir.[52]

a-c= Lapita sanatında da görülen, kayaların üzerine hak edilerek yapılmış, iç içe daire ya da spirallerden oluşmuş yanardağ (volkan) tasvirleriyle, bir dibek; d= İngiltere’de, Stonehenge yakınında Çalılık tümülüsünden bir altın piramit modeli (Bush barrow gold) ve barbazan’ı; e= Lapita sanatından, mezar hediyesi bir çömlek. Üzerinde, boyun kısmında ardıllı ok ucu, ağız ve gövde kısmındaki paralel çizgiler arasında, birbirlerine bitişik vaziyette, yinelenerek betimlenmiş baklava dilimleriyle (piramit betimleri) süslü bir mezar kabı. Üzerindeki piramit motiflerinde dört sıra çizgi var. Bu sayının, Stonehenge ve Clandon altın piramit modelleriyle olan uygunluğu dikkat çekicidir; f= Yine İngiltere’de, Maiden kalesi civarından Clandon tümülüsünden ele geçen, altından yapılmış diğer bir piramit modeli. Bronz üzeri altın işlemeli parçayla birinin üzeri, paralel yatay çizgiler arası piramidal desenli, pişmiş topraktan iki çömlek.

Oysa, bu dönemlerdeki Uzak Doğu kültürleriyle Batı Avrupa kültürlerini karşılaştıracak olursak şunları saptamamız mümkündür: 1. Antik kaplarda, pişmiş toprak malzemelerden bildiğimiz önemli ticaret mallarından Terra Scillata,[53] ya da taklidi olan örnekleri, İÖ 5000-4100’lerden başlayarak Kuzey Kore civarındaki Dawenkou ve İç Moğolistan’daki Yangshao kültüründe görürken, daha gelişmiş olsa da, aynı malzemeyi Anadolu, Yunanistan ve İtalya’da, Geç Helenistik (İÖ 150-30), Erken Roma (İÖ 30-395) dönemlerinde görebiliyoruz; 2. İÖ 2000’lerde Ege ve Akdeniz’de gördüğümüz ve zamanın önemli ticaret metaı olan şarap, sıvı yağ vb. ürünleri taşıyan amphoraların ilk örneklerini, İÖ 5000-4000 (3500) tarihlerinde İç Moğolistan’da Neolitik sonu Kalkolitik başlarına tarihlenen Yangshao kültüründe saptayabiliyoruz; 3. Yine Dawenkou kültüründe tespit ettiğimiz, İÖ 4200-2600 arasına tarihlenen Terra Scillata taklidi, gaga ağızlı, omuzdan kulplu, ördek tipli, üç ayaklı testi biçimini, Troia’da olduğu kadar Eti Eski Krallık döneminde, İÖ 1600-1500’lerde görmekteyiz.

a= İÖ 5000-4000’deki Yangshao Neolitik kültürüne ait bir amphora. Karın üzerindeki halka kulplar, yüksekçe bir yere asıldığını ve içindeki sıvının, kolayca devrilip akıtıldığına işaret ediyor. Üzerinde, kuşkusuz daldırma tekniğiyle yapılmış Terra Scillata taklidi boya izleri hâlâ görülebiliyor. Bize göre eser, Büyük tufan öncesine ait olmalıdır. Benzer Amphoraları, İÖ 3. bin Ege Göçleri’nin ardından, ancak İÖ 2000’lerden sonra Akdeniz’de görebiliyoruz; b= Kios’tan yaklaşık İÖ 400’lere ait bir Yunan amphorası. a.http://en.wikipedia.org/wiki/Yangshao_culture. b.(www.whoi.edu/.../chios_amphora_56846_56920.jpg).


Bu çerçevede, saptanan tarihleri karşılaştırdığımızda, Uzak Doğu sanatındaki Terra Scillata tekniği, Ön Asya, Anadolu ve Yunanistan’dan 3950 yıl daha öncedir; amphora üretiminde yapılacak karşılaştırmada, Uzak Doğu’nun 1500 yıl daha erken; hiç kuşku yok ki Uzak Doğu’da, günümüzde Lapita kültürü denen kültürün en belli başlı yaratıcı ve sahiplerinden iken, büyük olasılıkla tektonik nedenlerle, adalarını basan tusunamiden dolayı yurtlarını bırakıp önce Etiyopya daha sonra da Mısır yoluyla Anadolu’ya varan ve Tokar’ların bir kolu olan Eti’ler bile,[54] en az bin yıllık bir gecikme göstermektedirler. Bu tarih, onların ana yurtlarından çıktıktan nice sonra, Anadolu’da buldukları topraklarda yineledikleri gecikmeli kültürlerinin dayandığı, oldukça uzun bir süreci kapsayan göçlerine de işaret etmektedir. Uzak Doğu’daki yüksek kültürün Anadolu’ya vardığı en erken tarihi, üç yüz elli yıllık bir gecikmeyle Troia’da saptayabiliyoruz.[55]

Önemli bir Hitit merkezi olan Alacahöyük’ün, Bronz çağı Tokar kültürünün Anadolu’daki temsilcisi olduğu kuşkusuz olan, Hasan dağı yamaçlarındaki Tokarız köyü (yeni adı Dikmen) ile bir bağlantısı yoktur diyebilmek oldukça zordur. Hasan dağına doğru ilerleyen göç yolunun diğer bir kanıtı, Güneydoğu Anadolu bölgesinin Orta Fırat bölümünde, Adıyaman İli, Kâhta İlçesi’ne bağlı Akıncılar Bucağı’nın eski ismi olan “Tokarız= Tokar’lıyız” Köyü’dür. Her iki yerleşim eskiden “Yukarı Tokarız” ve “Aşağı Tokarız” olarak anılıyordu. Bu yerleşimlerin altında, ya da yakınlarında yapılacak araştırmalarda, Tokar Türklerine ait Bronz Çağ yerleşimlerine rastlanabileceğine kesin gözüyle bakılabilir.
a= Çin’de, Dawenkou kültüründen, İÖ 4100-2600 arasına tarihlenen, kulplu, üç ayaklı ve gaga ağızlı bir testi; b= Eti Eski Krallık dönemine (İÖ 1600-1500) ait gaga ağızlı testi; c= Troia’dan diğer bir gaga ağızlı testi (İÖ 2250-2200).
a. (http://en.wikipedia.org/wiki/Dawenkou_culture). b. (arttattler.com/.../115.-Spouted-Vessel.jpg).
c. (www.turkleronline.com/.../49testib.jpg).


Eti’lerin Mısırlılarla akraba oldukları ortadadır. Tıpkı, İÖ 2000’de Etiyopya, Mısır, Mezopotamya ve Kafkaslar yoluyla tekrar ana yurtları olan Kem’e dönen Tokar’larla, Çin’de Choukoutien’den (Zhoukoudian) İÖ 1000 dolaylarında çıkıp Kem’e varan Chou Türklerinin, birbirlerine kız alıp vererek, akrabalık ilişkilerini tekrar kurmalarında olduğu gibi. Zaten, benzer ilişkileri Eti’ler de Mısırlılarla yaşamışlardır. Eti’lerin, Tokar Türklerinin Anadolu, Kafkaslar ve Hazar denizinin kuzeyinden Kem’e geçişleri sırasında, Anadolu topraklarında kalan Tokar boylarından biri oldukları, onların Mısırla olan bağlantılarını en iyi biçimde açıklayıcı belgeyi oluşturmaktadır.[56]  Diğer yanda, Anadolu İon, Yunan ve Roma kültürlerinde unguentarium (gözyaşı şişesi-koku şişesi) olarak bilinen, pişmiş toprak ve camdan yapılmış sıvı kap şişelerinin, yaklaşık İÖ 4. yüzyıldan başlayarak ortaya çıktığı sanılmaktaydı. Oysa, Mısır’daki bir tasvirde, tanrı Djehuti’nin (Thoth) bir Thoth-Aah tasvirinde, yazıcı tanrının dizlerinin önünde betimlenmiş unguentarium’un, tanrının, elindeki kamışı içine daldırarak yazmakta kullandığı bir tür mürekkep taşıdığı, dolayısıyla bu kap türünün, bildiğimiz tarihlerden çok daha öncelere dayandığı anlaşılmaktadır.[57]
Sonuç olarak, Gazi Mustafa Kemal tarafından ortaya konan “Eti (= Aith= Yanıklar)” adı, tıpkı “Yunan” adı gibi Türkler tarafından uydurulmuş bir isim değildir. İsmin kökeninin, tufan sonrası Nuh ve yazıcısı Djehuti’nin karaya çıktığı “Eth>i-opia”nın ilk hecesinden oluştuğu ve “Yüzü Yanıklar” anlamına geldiği açıkça ortadadır.[58]

UZAK DOĞU’DA, İNSANIN KÖKENİNDEN GÜNÜMÜZE UZANAN TARİHSEL TABLO:

Uzak Doğu’da, kökenden günümüze insan ve yarattığı kültürlerin tarihsel açılımı:[59] A= Çekik gözlü, siyahi Homo erectus (Chou Adamı); B= Beyaz tenli, renkli gözleri çekik olmayan, Tokar Türklerinin atası olabilecek Ainu’lar;[60] C= Ainu’lar ve Homo erectus’un nesli olan siyahilerin birlikteliklerinden doğmuş Aith’ler (Eth’ler, Yanıklar); D= Ainu genlerinin bazen hakim kıldığı, renkli gözlü Aith’ler; E= Uzak Doğu’daki Buzul dönemlerinde, milyonlarca yıl soğukta bembeyaz buzullara kısık gözlerle bakan Homo erectus’un çekik gözleri, olasılıkla Afrika’nın bol güneşli havasına varınca, Kalkolitik dönemden başlayarak normale dönmeye başlamış olmalıdır. Aynı fiziksel değişim, Afrika ve Akdeniz bölgesine ulaşan diğer çekik gözlü halklar (örneğin Antik Mısırlılar, Sümer ve Asur’lar, Aith’ler Anadolu halkları ve Yunanlılar) için de geçerlidir. Bu değişimler, Demir Çağı sonlarında tamamlanmış olabilir;[61] F= Olasılıkla, Ainu ve Aith genlerinden türemiş Yunnanlı Çinliler. Tüm bu genleri potasında oluşturan Khem-MU kültürünün temsilcisi Tokar’lar, Büyük tufan (İÖ 4000-3500)  sırasında Nuh vasıtasıyla Afrika, Mezopotamya, Anadolu ve Avrupa’ya; Büyük tufan sonrasında, Endonezya ve civar adalarda yaşayan halkların, Platon’un Kritias adlı eserinde adı Mestor (= “Mest”  kökünden Mestizo: melez, kırma, iki ayrı ırktan gelen insanların bulunduğu yer) olarak geçen Güney Amerika kıtasına olan göçleriyle birlikte de, bu kıtaya yayılmıştır.[62]
1= Alt paleolitikte, Zhoukoudian’da (Choukoutien) Homo erectus (Chou Adamı) fosillerinin bulunduğu mağara ve çevresinde ele geçen, bir tepe oluşturacak şekilde çok miktardaki bademsi (amygdaloide) aletler yanında, etlerin ateşte pişirildiğine işaret eden yanmış hayvan kemikleri, şimdiye kadar bildiğimiz en eski insana ait kültüre işaret etmektedir.[63] Tabloda, siyahi ve çekik gözlü Homo erectusla, aynı döneme ait beyaz tenli, sarışın, kızıl, ya da kumral saçlı ve gözleri renkli olan Ainu’ları görüyoruz; 2= Bu insanların bir kısmı, büyük olasılıkla bölgenin tektonik yapısı, Buzul çağlarında çekilen besin sıkıntısı ve aşırı soğuklar nedeniyle, Orta paleolitik dönemlerden başlayarak Afrika ve Avrupa’ya göç etmişlerdi; 3= Uzak Doğu’da, siyahilerle beyaz Ainu’ların birleşmesinden, Güney Doğu Asya, Endonezya ve civar adalarda yaşayan Aith’lerin (Eth’ler= Ethi’ler= Yanıklar. Lapita kültürü), Üst paleolitik dönemde Lapita’nın alt kültürünü oluşturmak üzere civar bölge ve adalara dağıldıkları anlaşılıyor; 4= Mezolitik dönemde, siyah, beyaz ve yanık tenlilerle birlikte, aşağıdaki resimde de görüldüğü gibi, yanık tenli olup Ainu genlerinin ağır bastığı bazı insanlarda, gözlerin renkli olduğunu görmekteyiz; 5, 6= Neolitik Çağ’da, İÖ 6. binden başlayarak ortaya çıkan Uzak Doğu’nun Hongshan, Zhaobaogou, Shandong, Yangshao, Dawenkou ve Liangzhu Neolitik-Kalkolitik kültürleri, Afrika’da  İÖ 4. bin Mısır ve İÖ 3. bin Ege göçleri öncesinin en büyük kültürü olan Khem-MU kültürü (İÖ 6.– 5. bin), Ege ve Akdeniz kültürlerinin alt yapısını oluşturmuştur. Bu kültürden doğan Tokar (Tochar) ve Lapita (Lapith) kültürlerini, Pasifik’teki Endonezya adaları; Afrika’da Etiyopya (Aithiopia), Nübye (Nubia), Mısır (Aigyptos); Mezopotamya, Anadolu, İran, Orta Asya’da Tarım havzasındaki Tokar II kültürü ile Hindistan’ın kuzeyinde Kuş (Kush) kültürleri olarak saptayabiliyoruz.[64] Yine bu dönemde, Si Kiang nehrinin kuzeyindeki Hoang- Ho (Pyrphlegeton) nehriyle, güneydeki Si Kiang (Styks) nehirleri arasında kalan Erg-enek-on’da, burada önceden yerleşik olan Neolitik ve Kalkolitik kültürlerin ardından, diğer tüm kültürler öncesi Tokar Türklerini görmekteyiz (Tokar I kültürü). Si Kiang’ın güneyinde ise, Yunnan platosunda, yukarıdaki Neolitik-Kalkolitik kültürlerin topraklarında (denize sığ ve verimli Çin ovasını da içerir. Burası, Büyük tufanda, tusunami dalgalarının ana karanın içlerine kadar girmesine neden olan alandır) gözü olan Yunnan’lı Çinliler yaşıyorlardı.[65] Erg-Enek-On’luların hazır kültürlerine konan Yunnan’lıların bu niyetleri,  Büyük tufan sonrasında sel sularında yok olup giderek insan sayısı neredeyse yok denecek kadar azalan Erg-enek-on’a saldırmaları ve ele geçirmeleriyle ortaya çıkmıştır. Bu niyetleri ortaya dökülmeden, yani Büyük tufan öncesinde, Yunnan’lıların bir kısmının Nuh’la beraber Afrika’ya çıktığını, Yunanistan’da kurdukları Atina kentinden ve Antik Anadolu halklarının onları Yunanlı olarak adlandırmalarından anlıyoruz;[66] 7= Demiri, tıpkı bakır ve bronzun keşfinde olduğu gibi Tarım havzasına varan Tokar Türklerinin keşfettiklerini, İÖ 1766-366 yılları arasında, Çinlilerin Türkleriferocious slaves=  vahşetin köleleri[67]  olarak adlandırmalarıyla, ferrous= demirlikelimeleri arasındaki sıkı benzerlikten anlamak mümkündür. Bunun yanında, Moğol hükümdarı Cengiz (Dengiz) Han’ın [1162-1227 (Temuçin= Demir işleyen), Moğolca: Чингис Хаан]   şeklindeki anlamı da, ayrıca gözlerden kaçmamaktadır. Büyük tufandan iki bin yıl sonra, İÖ 2000’lerde Tarım havzasındaki ana vatanlarına tekrar dönen Tokar’ların, burasının çöle dönüştüğünü görmeleri üzerine,  bir bölümünün Anadolu (Dor’lar ve Urartu’lar. Erken Demir Çağı göçleri), diğer bir kısmının ise Hazar denizinin güneyine (Med’ler ve Pers’ler) ve Karadeniz’in kuzeyinden Yunanistan’a inmeleri (Dor’lar), demirin Asya’daki Tokar’lar tarafından keşfedilmiş olmasından başka bir şeye işaret etmemektedir. Volkanik patlamalar sırasında, arazideki çukurlarda doğal olarak birikip, aktığı oyuğun biçimini alan demir filizini ilk keşfeden Homo erectus’un da Asya’lı olması, yüz binlerce yıl süren görsel tecrübeye dayalı buluşun, Asya’ya ait olduğunun en açık belgesini oluşturmaktadır. Bu kültürler demir üretimine, İÖ 4. binde keşfettikleri bakır ve bronz yapım ve işlemeciliğinde, oldukça uzun bir sürecin (yaklaşık 2000 yıl) ardından geçirdikleri deneyimlerin sonucunda ulaşmışlardı. (Arş. Tab.).


Etrüsk Dilinde “Aith” ve “Eth” Adlarının Varlığı ve sonuç/III

Hollanda Leiden Üniversitesi’nde prof. dr. R. S. P. Beekes ve dr. L. B. Van der Meer’in yanında Etrüsk dili üzerinde çalışmalar yapmış Jackie Sixx, bir yazısında şöyle diyor: “Bu araştırma, Etrüsk gramerinin şimdilik ne kadar bilindiği üzerine, yeni bir gözlemdir. Burada, kaynak bilgileri edindiğim ve her ikisinin de öğrencisi olduğum, Hollanda Leiden Üniversitesi’nden, prof. dr. R. S. P. Beekes ve dr. L. B. Van der Meer’e şükranlarımı sunmak isterim. Etrüsk grameri üzerine olan bu araştırma, aslında R. S. P Beekes ve L. B. Van der Meer’in ‘De Etrusken Spreken, Cotinho, Muiderberg 1991’ adlı Almanca eserinin 7. bölümünden tercüme edilmiştir.

Giriş
Etrüsk dili üzerindeki pek çok görüş, halen kesinlik kazanmamıştır. Yalnız Antik yerleşim yerleri değil, fakat özellikle Etrüsk bilimi üzerindeki en son tartışmalar da buna işaret etmektedir.  Etrüsk dili üzerine en geniş kapsamlı ve en eski eser, A. J. Pfiffig’in ‘die Etruskische Sprache, Graz 1969’ tarihli kitabıyla, daha kısa içerikli olan ’H. Rix, La scrittura e la lingua, 1985’ tarihli araştırmalarıdır. Pfiffig’in öne sürdüğü bilgiler çok sağlıklı olmayıp, büyük oranda tartışma götürmektedir: ‘M. Cristofani, Gli Etruschi, una nuova immagine, s.210-238’. Beekes ve van der Meer, Etrüsk dili ve yorumu üzerine çok daha güvenli ve bilimsel olan Rix’e öncelik vererek çalışmalarını buna göre yürütmüşlerdir. Beekes ve Rix, bu dilin ses erimi sistemi dışında, pek çok konuda aynı fikirdedirler”.[68]

Beekes ve Meer’in Etrüsk dili üzerinde mercek altına aldığı bölümlerdeki aithive ethi isimlerini kapsayan örneklerden ilgi çekici olanlar şöyle:
İsmin –de hali (Locative)[69]

Bize göre, Polenezya adalarıyla Rapa Nui adasından, geleneksel tören kıyafetleriyle iki Aith (Eth) ?[70]
a. (farm1.static.flickr.com/122/268920244_5f3efce...). b. (farm1.static.flickr.com/50/154407043_2cc7fca0...).
The locative ending was -i; together with -a, this became -ai>-ei>-e. -thi and -t(e) were postpositions, which could be added after the ending -i, hence - aithi >-ethi”.

Çoğul (The Plural)
The plural was formed by adding -r to the stem: ais (god), ais-e-r (gods). After this -r came the same endings as in the singular. Thereby, before the genitive -s, an -a appears (probably belonging to the -r, so -r<-ra). Another suffix, pointing out the plural, probably a collective form, was -chva, also known as -cva or -va/-ua: f.e. marunuchva "college of maru's".


R. S. P. Beekes ve L. B. Van der Meer’in Etrüsk dilinden saptayabildiğimiz yukarıdaki dil kuramlarına göre, ismin çoğul hali doğrultusunda: “Aith>i= Aith’de”anlamına geliyor. İsmin kökü ise  Aith”tir. Eti’ler diyebilmemiz için ise, ismin köküne -e-r (er) eklememiz, yani “Aith>er” dememizin gerektiği anlaşılıyor. Diğer tarafta “Ethi” dendiğinde de, aynı “Aith>i” isminin “de” halinde olduğu gibi, “Eth’de” anlamına gelen isme Eti’ler>lar çoğul anlamını yükleyebilmemiz için, ismin sonuna yine -e-r (er) eklememiz, yani “Eth>er” dememiz gerektiğini anlıyoruz.[71]

Kendi payımıza, hiç de beklemediğimiz ayrı bir konuda bulduk kendimizi. Dilbilimciler tarafından ayrı bir araştırma gerektiren konunun bizi ilgilendiren bölümü, “Aith” ve “Eth” adlarının, ucu Etrüsklere kadar uzanan geleneksel ve kökene dayalı bir isim olduğunun ortaya çıkmasıdır.

Nedenini bilmeden, aramızda bir sıcaklık ve ezelden gelen dostluk bağlarımız olan Japonların, topraklarının güney ucunda kalan Tokara ve Amami adalarının isimlerini değiştirmemiş olmaları, bilimsel açıdan gelecekte ortaya çıkarılabilecek yeni ve somut belgeler için sağlam birer dayanak oluşturacağa benziyor. En az Asya, Afrika halkları ve Türkler kadar gelenek ve tarihlerine bağlı Japonlar, bu örnek davranışlarıyla eşsiz bir övgüyü hak etmektedirler. Diğer tarafta, Uzak Doğu adalarıyla birlikte, “Aithi= Ethi= Eti” adlarının “Hitit” olarak değiştirilmesindeki asıl amaç, açıkça ortada değil mi?