3 Ocak 2011 Pazartesi

ANTİK İSTANBUL / III

Tüylü kotuzun, boynuzlarıyla göğsünden yakalayıp, lamar, ya da selden çıkarttığı ölü bir Hongshan’lı.[370] Yukarıdaki Demeter figürüyle karşılaştırınız.
EBay Store-CHİNA NOTION:Hongshan Culture: Ancient Chinese: (stores.ebay.com/CHINA-NOTION-Hongshan-Culture-WOQQcolZ4QqdirZ1Qqfsub23755686QqftidZ2QQtZkm-60k).

Mith>r(e)a(l)<ism, adından da anlaşılacağı gibi, Erg (Akheron) nehrinde ölen Geçmiş- göçmüşlere, yani mith’lere değil, gerçek olaylara dayalı bir dindi. Bu dini çıkaranların, mitolojilerine bakarlarken akıllarında soru işaretleri bırakan mitoslardaki masallardan kurtularak, bunların birden açıklığa kavuştuğu, sorularının yanıtlarını alıp rahata erdikleri, eserlerine yansıttıkları konulardan hemen anlaşılıyor. Bu olayı, geçmişteki gerçekleri Hurri’lerden Puduhepa ile evlenen IV. Tudhaliya ile birlikte Etiler de yaşamıştı. Bu dinde her şeyden önce dikkati çeken unsur, mağaralarda inşa edilen Mithra tapınaklarının, tıpkı Aztek’lerin Historia Tolteca Chichimeca kodeksinde yer alan “Yedi mağara” resmine gönderme yapıyor olmasıdır. Tapınakların içindeki sunak, doğrudan boğa kültüne yani Tüylü kotuz’a (Hapis, Hapi-ankh -Apis, Boos, Bous, Tauros- Yak öküzü) dayanmaktadır.
Eserlerden birinde şunları saptayabiliyoruz: Yukarıdaki betimde, panonun sol ve sağ üst köşelerinde yer alan figürler, etrafları yüksek dağlar (Orthros) şeklinde bırakılan çukur bölgeler içine yerleştirilerek, bunların geçmişte kaldıkları belirtilmek istenmiş. Yani olay, geçmişte yaşanmış bir tema üzerine kurulmuş (1, 4); bunlardan sol köşedekinin saçlarından, etrafa doğru merkezi ışınlar yayılıyor. Pers sanatçısının Apollon Karneios’u (Phoibos Apollon) tasvir ettiği açık. Ancak, saçları tıpkı yılan kıvrımlarına benzeterek, Uzak Doğu’daki tektonik olaylarla Tüylü kotuz’un da Apollon’un şahsında betimlendiğine şahit oluyoruz. Böyle bir tasvire ilk kez tanık olmaktayız. Yılanlardan üç ya da beşine ait baş, Apollon’un hemen alnının üstünde, diğer birini ise, çenesinin sol hizasında saptamamız mümkündür. Kaşlarına uzanan yılanlar, tıpkı Didyma Apollon tapınağında, Gorgo’ların kaşlarına uzanan yılan kıvrımları gibidir (1); figürün önündeki tümseğin üstüne konmuş, Tüylü kotuz’un kurban sahnesini seyreden yırtıcı bir kuş var. Bu betim, bizlere Çatal Höyük’te, ölülerin etlerinin kemiklerinden ayrılması için doğada yırtıcı kuşlara (akbaba) bırakma adetiyle, benzer işlemleri güden Zerdüşt dinini hatırlatmaktadır.[371] Bize göre buradaki kuş, daha çok bir kargaya benziyor (2); sol köşedeki Apollon Karneios figüründen, ortadaki ana figüre doğru, kılıç şeklinde bir işaret uzanmaktadır. Bu betim, Tüylü kotuz’u kurban eden kişinin kotuz’u, geçmişte yaşanmış Apollon Karneios olaylarına ve dolayısıyla onun adına olan sunusuna işaret etmektedir (3); tasvirin sağ üst köşesindeki kadın betiminin arkasında gösterilmiş boynuzlar dikkat çekicidir. Bu betim, Uzak Doğu’daki karni (Marduk, Apollon Karneios) olayının ardından, artık bereketi kalmayan topraklar nedeniyle, Aidoneus tarafından Hades’e kaçırılan kızı Kore’yi (Persephone), dünyanın her yanında aramaya çıkan Demeter’dir [güzel saçlı kraliçe, güzel örgülü (belikli) Demeter]. Buradaki boynuzlu Demeter tasvirinin, Hongshan kültüründe lamar’ın içinde ölmüş bir adamı, boynuzlarının arasına alıp çıkarmakta olan Tüylü kotuz figürüyle olan benzerliği, dikkat çekicidir.[372]Demeter’in saçları, burada da çok güzel örgülü olarak betimlenmiş. Arkasındaki öküz boynuzları, İÖ 3. bin Ege göçleri sırasında, İstanbul boğazından geçen göçmenlerin, bu boğaz ve kente verdikleri “Bous-BUS”, yani Öküz’ün arayıp bulduğu bereketli topraklar anlamına gelen boğayı temsil etmektedir. Demeter, boğanın kurban sahnesini üzüntülü ve mahzun bakışlarla seyrediyor (4); başında, Eti’ler (Aith, Eth) ya da Frig’leri andıran serpuşu, khlamys (pelerin) ve apoptygma’sı (piliseli elbise) altında, ayak bileklerine kadar inen dar uzun pantolonu ve kısa konçlu çizmesiyle bir Mithra şamanını, sahnenin ortasında görüyoruz. Şaman, Apollon’dan aldığı kutsal güç ve elindeki palayla, boğayı kurban etmek üzeredir. Başını sağa, yani Apollon’a doğru çevirmiş olması, Apollondan onay almakta olduğuna, sunusunu ona ithaf ettiğine işaret ediyor. Şaman, sol ayağı ve diziyle kutsal hayvanın üzerine, sağ bacağı ve ayağıyla da hayvanın arka ayaklarına basarak, ölüm anında ona hakim olmaya çalışmaktadır. Khlamys’inin havada uçuşması, rüzgârdan değil, boğayla olan mücadelesinin ne kadar çetin geçtiğini, dolayısıyla boğanın gücüne işaret etmektedir (5); Tüylü kotuz, tüm gücüne karşın, sanki kurban edilmesinin gerekliliğini anlamış gibi, sonunda kendini ölüme bırakmış görünüyor. Başını geriye atmış, şamana teslim olmuştur. Uzak Doğu’da, Marduk’un (Apollon Karneios) neden olduğu tektonik olaylar öncesinde, volkanların faaliyete geçeceğini önceden hissedip böğürerek, insanlara doğacak tehlikeyi ve sonrası felâketleri önceden haber veren Tüylü kotuz, burada da aynı nedenle insanları korumak üzere kurban edilirken kendini onlar için feda etmektedir (6);  şamanın sağ elinde tutup boğanın şah damarına sapladığı bıçak, bir paladır. İskitlerin at ve öküz içerikli kurban törenleri ve palanın kutsallığıyla, tanrı Ares’in sembolü olduğunu Herodotos’tan öğreniyoruz.[373] Perslere ait buradaki sahnede, kurbanın boynuna geçirilen ip dışında, tasvir edilen törenin aynı İskitlerin kurban törenlerine olan benzerliği ilgi çekicidir. Ancak kimi zaman aralarında düşmanlık da olsa, Pers’lerin İskit’lerle olan kültürel ilişkilerindeki yakınlıkları gözden ırak tutulmamalıdır. Belki başlangıçta bir anlam veremedikleri bu törenler, onlar için, Anadolu kültürleriyle kaynaşmaları sonunda anlam kazanmış olabilir (6); palanın İskit’lerdeki kutsallığını, Herodtos’un aynı satırlarında anlattığı ve tanrı Ares için diktikleri odunların üst üste yığılmasıyla geçici olarak yaptıkları piramitlerin tepe noktasına, kutsal saydıkları eski bir palayı dikmelerinden anlamaktayız (7); köpek, Sümer tanrısı Marduk’un (Anadolu-Yunan mitolojisinde tanrı Apollon) sembolüdür. Bu hayvanlar asla kan içmezler. Palanın, boğanın boynunda açtığı yaradan akan kanı içiyormuş gibi görünen betimine dikkat edildiğinde, köpeğin bu yarayı yalayarak iyileştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır (8); eserin taban bölümünde betimlenen kobra yılanı [Kem’in (Khem) doğu yakasını koruyan Orta Asya kobrası oxus, ya da Kahverengi kobra, Naja naja oksiana, Mısır kültüründe Wadjet],[374] toprak altından yılankavi hareketlerle yeryüzüne çıkıp sanki nazire yapıyormuşçasına Tüylü kotuz’a doğru ilerlemektedir. Toprakta yarattığı titreme, yani deprem betimleri, tasvirin neredyse tümünü kaplamış durumdadır. Bu sembolü, Mısır başta olmak üzere tüm Anadolu, Ege adaları ve Yunan kültürü yanında Sümer, Eti’ler ve Göbekli Tepe’de de görüyoruz. Yılanın başı, burada tam bir kobra başı şeklinde betimlenmiştir (10); boğanın penisi, bir akrep tarafından tam ısırılmak üzereyken gösterilmiş. Sembol, Tüylü kotuz’un artık bu bölgelerde üremediği, buralarda olmadıklarını göstermektedir. Akreplerin depremler sırasında yeryüzünde çoğalarak ortaya çıktıkları hakkındaki inancın bir örneğini, Mısır’ın akrep tanrıçası “Selket”te görmüştük. Dolayısıyla buradaki akrep sembolünün de, depremlere işaret ettiği ortadadır.

Perslere ait diğer bir Mithra kabartması, benzer semboller dışında, bir takım ayrıcalıklı özellikler göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Sembolleri şöyle açıklamak mümkündür: Eserdeki temanın çok eskilere ait olduğunu, bu kez sol köşede ve yine yüksek dağları sembolize eden betimler içinde yer alan Demeter’den anlıyoruz. Arkasında, yine sembolü olan bir çift boynuz yer almaktadır. Bu sahnede boğa artık öldürülmüş, Herodotos’un anlattığı biçimde etleri kemiklerinden ayrılmaktadır. Bu nedenle Demeter bu sahneyi seyredemiyor. Başını, kurban sahnesinin tam tersi yönde, yani sağına doğru döndürmüştür. Saçları yine güzel beliklidir. Başının üstünde bir topuz oluşturacak şekilde toplanmıştır. Yüzü son derece mahzun ve üzüntülüdür (1); Apollon bu kez köşesinden çıkıp, boğanın etlerinin ayrılması işine bizzat katılmış görünüyor. Başında ışınsal tacı, yılankavi kıvrımlı kabarık saçları ve çıplak vücudunda sırtına giydiği khlamys’i ile birlikte betimlenmiştir.  Sol elinde tuttuğu bir sopayla poz vermiş gibidir. Sağ elini, Tüylü kotuz’un boynuzunu kendisine uzatan bir şahsa doğru uzatmıştır. Ancak ona değil, solunda yer alan kişiyle birlikte dalgın bakışlarla sol tarafa, uzaklara bakmaktadır. Bu bakışlarda, binlerce yıl öncesinde Uzak Doğu’daki felâketler zincirinin hatırlandığını okumamak, mümkün değildir (2); Apollon’un solunda, bu kez başındaki serpuş ve diğer giysileriyle, tam olarak pers kıyafetindeki şamanı görüyoruz. Şaman sol elinde, tıpkı Apollon gibi bir sopa tutmaktadır. Sağ eli, sanki yemin ediyormuş gibi yukarı kalkıktır. O da Apollon gibi geçmişe dalmış gözleriyle uzaklara bakmaktadır (3); her iki figürün önünde, etleri kemiklerinden ayrılan boğa, artık tanınmaz hale gelmiş. Boğanın

Aynı üsluptaki diğer bir Pers kabartması. Burada Apollon Karneios (Phoibos Apollon), köşedeki yerinden çıkarak şaman Mithra’nın yanında yer almış. Sol elinde taşıdığı Dionysos’un thyrsos’u dikkat çekiyor. Demeter, yukarıdaki tasvirde yer aldığı sağ üst köşesinden çıkarak sol üst köşeye geçmiş. Tüylü kotuz’un kurban edilmesi nedeniyle çok üzüldüğü, Apollon gibi sahneye katılamayacağı, olasılıkla da olayın geçtiği yeri terk etmek istediği anlaşılıyor. (Aynı kaynak).


başının sol tarafta olduğunu, buradaki şahsın (9) elindeki boynuzdan anlıyoruz (4); sahnenin sağ altında, sağ elindeki kerykeion’uyla Hermeias’ı görmekteyi. Tanrı sırtındaki khlamys’i dışında tam olarak Pers kıyafetinde betimlenmiş. Onun da sol eliyle taşıdığı sopası var. Ucundan sihirli ışınlar çıkan Kerykeion’unu kobra yılanına doğru uzatarak, onu, önündeki sunağa hapsetme uğraşı içinde. Ayaklarına talari’leri (kanatlı ayakkabı) yerine topuksuz Pers çizmeleri giymiş (5); Kerykeion, Anadolu-Yunan sanatındaki zerafet ve inceliğinden yoksun olarak betimlenmiş. Abartılı büyüklük ve kabalığı, Perslerin yeni keşfettikleri bu büyülü sopaya ne kadar değer verdiklerini gösteriyor (6); kurban işleminin yapıldığı kutsal sunak (7); onun için gerçekleştirilen kurban kesimiyle birlikte sunağa çekilerek, tektonik olaylara son vereceği düşünülen kobra yılanı (İkiz yılanlardan Magog fay merkezi), (8); Bu figürün yine sol elinde taşıdığı sopaya benzer sembolün, Dionysos’un kutsal atribüsü thyrsos olduğunu görüyoruz. Bu saptama, 2, 3 ve 5 numaralarla değerlendirdiğimiz diğer figürlerin de sol elleriyle taşıdıkları sopa benzeri betimlerin, Dionysos’un atribüsü  thyrsos olduğunu gösteriyor. Tüm figürlerin, kutsal thyrsos’u sol ellerinde taşımalarının, bilemediğimiz bir anlamı olmalıdır.[375] Thyrsos’un buradaki tasvir şeklinin, Babil’de ele geçen bir silindir mühür üzerindeki Marduk betiminde tespit ettiğimiz thyrsos betimiyle olan benzerliği, son derece dikkat çekicidir. Asya’daki Dionysos ve onun her yıl yapılan Dithyrambos bayramlarının cinsellik ögesi olarak Maya, Aztek ve İnka’larda da gördüğümüz Thyrsos’un, buradaki haliyle biçim değiştirdiği açıkça belirlenmektedir. Thyrsos’un ucu, insan elindeki dört parmağın avuç içiyle kavuşturularak, baş parmağın, abartılı olarak uzatılmış işaret parmağının üzerine bindirilerek betimlenmiş olduğu anlaşılıyor. Kutsal sopa buradaki tasvir şekliyle, hâlâ daha cinsellik ögesini temsil etmektedir. Ancak bu biçem, günümüzde argo işaretlerden birini göstermesi nedeniyle, bu hareketin hangi tarihten günümüze ulaştığını göstermesi bakımından, son derece ilgi çekicidir (9, 10);  bu tasvirde de yukarıdaki eserde gördüğümüz toprak kıvrımlarındaki deprem betimlerine benzeyen dalgalanmaları görebiliyoruz. Ancak bunlar, önceki eserdeki kadar keskin ve şiddet içerir biçimde değil, daha yumuşak tarzdadır.

Bu tür anlatım, kobra yılanına sunulan kurban nedeniyle, depremlerin hem sayısal ve hem de şiddet yönünden azaldığına işaret etmektedir.

a. Babil’de ele geçen bir silindir mühürdeki tanrı Marduk tasviri. Tanrının sağ eliyle arkasında tuttuğu thyrsos (10) dikkat çekicidir; b. Apollon Karneios’a Tüylü kotuzun boynuzunu uzatan hizmetkârın sol elinde taşıdığı thyrsos ile Marduk’un thyrsos’unu(10) karşılaştırınız; c. Resim ters çevrildiğinde, argo el hareketinin, avuç betimine göre sağ el, işaret parmağına göreyse sol el olduğu görülüyor. Biz bunun, avucun duruş şekline göre, sağ el olduğu kanısındayız. Marduk betimindeki el tasvirinde, baş parmak, elin üzerine tamamen kapanmış (10a). Olasılıkla da bugün anladığımız şekilde işaret parmağıyla orta parmak arasından çıktığı anlatılmak istenmiş olabilir. Tasvirde bunun açıkça belirtilemediği anlaşılıyor. Ancak, her iki betim arasındaki benzerliği yadsımak olanaksızdır.



Sonuç olarak, Septimius Severus’un doğumundan yaklaşık yetmiş yıl önce ortaya çıkan Mithraism’le Byzantion arasındaki ilişkilerin daha sıcak tutulduğu ortadadır. Bu nedenle, Mithra dininin ortaya attığı özelliklere sahip Hippodromos’un, bu dinin ortaya çıkmasından, yani 80-120’den önceye tarihlenemeyeceği ortadadır. Kendi payımıza biz, inşaat çalışmalarının Severus’tan önceye dayandığı, onun bu dini tanıması ve ilgilenmesinin bu inşaatı görmesiyle birlikte başladığı ve inşaatı devam ettirirken 211’de ölümü üzerine yapıyı Constantinus’un bitirdiği kanısındayız. Severus muhakkak ki Etrüsk’lerden bu yana süren mitoslarındaki pek çok gerçeği bu dinde bulmuş ve yalnız kendilerinde olmadığını anladığı mit’lere dayalı pagan dini hakkında, bazı gerçekleri kavramış olmalıdır. Ancak İstanbul’a geldiği 196’dan, Mezopotamya ve Mısır’a vardığı tarih olan 199 arasında, sadece iki yılı geçkin bir sürede İstanbul’da kalmıştır. Bu sürenin, hippodromos gibi görkemli bir yapının tasarım, plân ve inşaat aşamasına geçmesi için yeterli bir zaman olmadığı açıktır. Ayrıca, İstanbul’da bulunduğu bu süreçte, tek işinin Hippodromos’un inşaatı olmadığı da ortadadır.

Bu nedenle biz, Byzantion’daki yeni Hippodromos inşaatının en erken 80-196 arasında bir süreçte başlandığı, 196’dan sonraysa Septimius Severus’un onay vermesiyle birlikte inşaata devam edildiği kanısındayız.

Hippodromos İonca hippos: at ve  dromos: yol, geçiş kelimelerinin birleşmesinden oluşmuş spor tesisi anlamına geliyor. Bu yapılar Antik dönemde, atlı araba yarışlarının yapıldığı, iki yanda uzunlamasına kerkideslerin olduğu, kısa kenarlarından birinde dairesel şekildeki mimari oluşum yani sphendone, yarışların başladığı diğer kısa tarafta ise, oppidum adı verilen kuleler arası giriş kemerlerinin bulunduğu geniş bir alana sahiptiler. Hippodromos’ların iki kısa kenar ortası arasında uzanan ve erken dönemlerde topraktan yapılmış, daha sonraları ise bir podium şekline dönüşmüş olan spina üzerinde çeşitli heykel, sütun ve dikilitaşlar yer almaktaydı.[376]

a. Japonya’da, Tokyo yakınlarındaki Asukaza kutsal alanında saptanmış, Dionysos’un Dithyrambos ayin merkezindeki phallos (penis) sembolü. Biz bu tespitin, Dionysos’un Uzak Doğu kökenini kanıtlayıcı örnekler olarak giderek artacağı kanısındayız. Asukaza’daki bu örneğin, Delos örneklerinden daha ilkel olan görünümü, gelişmiş Delos örneklerinden daha eskiye ait olduğunun kanıtını oluşturmaktadır; b. Delos adasındaki Dithyrambos kutsal alanındaki phallos heykelleri.
Fertility Rituals at Asukaza Shrine and Dithyrambos –Beaverland:
(beaverland.web.fc2.com/oldhist/persiaf0_en.html).


Olasılıkla Pers mimar ya da sanatkârlarının, ya da bu mimariyi yakından tanıyan Byzantion’lu yapı ustalarının tasarımını gerçekleştirip çalıştıkları anlaşılan inşaatta, Hippodromos’un vomitorium bölümüne verilen adın, ilk kez Mithra kültünden gelmiş olduğu kanısındayız.

Buna göre Vomitoria= vo>Mit/h/rae<um= vo>mit<rae’den gelen bir kelimedir. Baştaki “Vo” hecesi, Almancada “tepeden= From the hill”, ya da “kaleden= From the castle” anlamlarına geliyor. Bu bağlamda, Vomith “en üstteki, en üstün Mithra’ya ait (Mithra’nın)” anlamını kapsamaktadır. Aynı hece, Galler’de “moel” kökünden “çıplak= Bare”, ya da “dazlak, kel, gizli olmayan, açık= Bald” anlamlarına geliyor. Bu çerçevede ise, saçları dökülmüş yaşlı insanların erdikleri olgunluktaki “Mithra’ya açılan, Mithra’ya çıkan” yol anlamlarına gelmektedir. Basamaklı bu yol ya da yollar, Mısır kültüründe Nun kayıkçısı Khu-en-ua’nın (bu kayıkçı kimi zaman tanrı Horus’tu) kayığındaki ölümü, yani olgunluğa doğru çıkılan merdivenin en üst basamağını hatırlatmaktadır.[377] Hippodromos’un tonozlu alt girişleri olan vomitorium’lar, yer altı tapınağı, mahzen ya da mezar tapınağı olan Mithraeum’a olan benzerlikleri nedeniyle, büyük olasılıkla Mithra kültüne, yani Geçmiş-göçmüş ölülere dayalı bir anlam ifade etmektedir.

Hippodromos’un kuzey girişi ve oppidum’ları, κάγκελλον (kalkellon) önünde İmparator ve maiyetinin kürsüsü ile Nekra (Mortuus) kapısı.ve Arena’nın ortasında spina’dan  görünüm:[378] 1= Kuzey yönünde, quadriga yarış arabalarının girdiği kapıların, bereket tanrıçası Seres (Ceres) tarafından, yarışın başarılı geçmesi içn kutsandıkları Karseres (Carceres) kapıları; 2= Kerkides tribün basamaklarını ayakta tutan kriptoportiko[379] alt yapılarına ait doğu blokları; 3= Kriptoportiko batı blokları; 4= Üzerinde Zeus’un yer aldığı, dört azgın at taraından çekilen altın yaldızlı quadriga’nın olduğu doğu oppidum’u; 5= Dihippion adı, şimdiye dek Hippodromos’un kuzeynde bir kilise olarak varsayılmış. Bize göre “Dihippos”,  yani “İki at”  adının bozulmuş şekli olabilecek Dihippion, batı oppidum’u üzerindeki özgür durumdaki iki atın varlığına işare ediyor olabilir; 6= Kerkides’ler (basamaklar); 7= Güreş dahil her tür yarışların yapıldığı alan; 8= Spina (κσηπίς-krepis); 9= İmparatorluk tribünü; 10= Sphendone; 11= Mortuus (Nekra) kapısı.




Vomiforia ise, yine Mithra kültüne göre, Vo[381]<M>ephoria= vomiforia: Efor, canlılık, hayat anlamındaki ephoria’dan (εύφορία) türetilmiş bir kelimedir. Buradaki “Vo” hecesiyle birleştiğinde, “Tepeden (Mithra’dan) aşağıya doğru –en üst basamaktan en aşağı basamağa kadar) efor, canlılık ve hayat bulunan basamaklar”, ya da “Halkın (izleyicilerin) bu basamaklarda Mithra’nın hayat, canlılık ve eforunu bulmaları” anlamlarını içermektedir. Bu kapsamdaysa ismin altında yatan anlamın, Büyük tufan’da ölen Geçmiş-göçmüşlerin ardından, bu olayları unutup, tekrar hayat bulma, canlanma, efora kavuşmanın temsil edildiği açıktır.

Vomitorium ve vomiforia kelimeleri bu çerçevede ele alınacak olunursa; Hippodromos’a girecek seyirciler, önce Mithra kültüyle kutsanmış tonozlu mahzen olan Mithraeum yani vomitoriumdan geçerek, yukarıda theatrona çıktığında “ephoria”, yani canlılık ve hayat bulmaktaydılar.

Bize göre, eskisinin yerine, yapımı Byzantion döneminin sonlarına rastlayan Hippodromos’a, Mithra felsefesinin çok büyük etkilerinin olgunlaşarak yansıdığı anlaşılıyor. Bu konuda derin bilgileri olan bir mimar tarafından inşaatına başlatılmış olan yapı, Septimius Severus’un aldığı bilgiler doğrultusunda, yakın ilgi duyduğu Mithraism inançları nedeniyle inşaatın devamına izin ve destek verdiği ortadadır.

Müller-Wiener, Hippodromos’taki geçişlerin arasında bulunan odacıkların 6.-9. yüzyıllar arasında tamirat gördüğü ile sarnıç [ψυχρά κινστέρνα][382] olarak kullanıldıklarından bahsetmektedir. Bu durum, Hippodromos’un bu yüzyıllarda artık bakıma ihtiyaç göstermeye başladığına işaret eder. Sonraki yüzyıllarda şiddetli fırtına, deprem ve yangınlarla tahribata uğrayan yapıda 12. yüzyıldaki Komnenos’lar döneminde hâlâ daha araba yarışlarının yapıldığı ve 1203-1204 yıllarında, Robert de Clari’nin yazdığına göre, artık 30-40 kişinin oturabileceği kadar mermer oturma yerlerinin kaldığı alanda, araba yarışlarının yerini artık turnuvaların aldığı anlaşılıyor.[383]


Altın yaldızlı Quadriga

Gyllius konu hakkında: “Frankların ve Venediklilerin İstanbul’u almalarından önce Hipodrom’da, çok sayıdaki taş ve tunç at heykeli yanında olağanüstü sanat ürünü olan dört altın yaldızlı at heykeli de vardı. Bu dört atın İstanbul’dan götürüldüğünü söylerler, atlar bugün Venedik San Marco Basilica’sının girişi üstündedir” demekte, fakat bunların Hippodromos’taki yerlerinden bahsetmemektedir.

Müller-Wiener, 1203-1204 yıllarındaki Hippodromos’a değinirken şöyle diyor: “Latin kuşatmacılar tarafından çıkartılan yangın Hipodrom’u da etkiler ve batı tribünlerinin büyük kısmı çöker. Latin egemenliği, geleneksel bir kurum olan Hipodrom’un da sonu demek olur. Araba yarışlarının yerini turnuvalar alır. Robert de Clari’nin yazdığına göre artık sadece 30-40 oturulacak mermer yer kalmıştır. II. Theodosius  tarafından Khios’dan getirilen ve kuzey cephedeki kulenin üzerine yerleştirilmiş olan quadriga devlet başkanı Doj-Enrico Dandolo’nun emri üzerine Venedik’e  götürülüp San Marco’nun ön kapısı üzerine konur. Pek çok bronz heykel –bunların arasında Herakles, Romulus ve Romus’u emziren kurt, sfenks ve pek çok başka heykel de vardır (Nik Chon 858 vd. B)- eritilerek paraya dönüştürülür”.[384] Wiener’in bu açıklaması, Gyllius’un Hippodromos’ta anlattığı quadriga ve diğer heykellerin akıbetleri hakkında açıklayıcı bilgiler içermektedir.

En görkemli dönemlerinde, Hippodromos’larda yapılan araba yarışları. Charlton Heston’un Ben Hur adlı filminden, temsili bir sahne: 1= Spina; 2= Yarışı spina’dan seyreden izleyici ve görevli askerler; 3= Yarışmacılar; 4= Quadriga.

Kuban’ın Milion heykelleri hakkındaki ifadesi ise şöyledir: “Batı’ya ve imparatorluğun her köşesine uzanan yolların başlangıcını belirten Milion ya da Miliarium Aureum, Via Triumfalis’in (Mese Leophoros) başına inşa edilmişti. Patria’ya göre Milion, Bizantium’un eski kapılarından birine denk düşüyordu. Kubbeli bir zafer takı biçimindeki Milion bir platform üzerinde yükseliyordu. Bu platformda Constantinus ve Helena’nın heykeli ile ortasında kentin Tihe’sinin bulunduğu bir haç vardı. ‘Altın Milion’da, antik zamanlardan beri, iki heykel yanında Zeus Helios’un dört azgın at tarafından koşulan arabası vardı”.[385] Parastaseis’ten alınan yukarıdaki ifadeler, belki Altın Milion için değil, fakat Milion tetrapilon’una olan benzerlikler bakımından oldukça dikkat çekicidir.

Müller-Wiener’in değindiği ve üzerinde quadriga bulunan oppidum, Hippodromos’un kuzey girişi üzerinde, Zeus Hippios tapanağına bakan doğu oppidumu olmalıdır. Dolayısıyla, batı oppidumu üzerinde de, şimdilik ne olduğunu bilemediğimiz (olasılıkla dihippos, yani serbest durumdaki iki at, ya da değerli başka bir heykel ya da heykel grubunun (Apollon Karneios ?) daha olması gerektiği ortadadır.

Altın yaldızlı quadriga’yı Septimius Severus’un diktirmediği açıktır. Zira imparator, Hippodromos daha bitmeden ölmüş ve yapıyı Constantinus tamamlamıştı. Şayet bu ünlü heykel grubu Constantinus tarafından oppidum’un üzerine yerleştirilmiş olsaydı, Antik yazarlar bundan da mutlaka bahsederlerdi.

Anadolu İon veYunan dilinde, hippos= at, ve potamus= nehir anlamlarına gelmektedir. Zeus, onun onuruna düzenlenen pek çok tapınak ve bayramlar yanında, Antik dünyanın yedi harikasından biri sayılan Olympia’daki kutsal alanında bulunan olağanüstü tapınağında, Phidias’ın yontusu olan altın ve fildişinden yapılmış, tahtta oturan ünlü heykeliyle onurlandırılmıştı. Bunlar arasında, her iki yılda bir şereflendirildiği “Nemea oyunları” da yer almaktaydı.[386]

Nemea oyunları, çocuk kahraman Opheltes’in (Arkhemoros) bir yılan tarafından ısırılmasından sonra ölmesinin ardından,  Thebe’lere karşı yediler olarak bilinen kahramanlar tarafından kurulmuştu.[387] Strabon bu oyunlardan bahsederken şöyle diyor (Kitap VIII, Bölüm 6): “Cleonae ve Phlius arasında, Nemea ve çevresindeki kutsal bölgedeki Argive’ler yanında Bembina köyündekiler de Nemea oyunlarıyla Nemea aslanının mitosuna ait sahneleri kutlamazlardı. Cleonae, Argos’tan yüz yirmi, Corinth’ten de 80 stadia uzaktaydı. Buradaki yerleşim yerini, Acrocorinthus’tan[388] şahsen ben kendim gözlemledim”.[389]

Oppian “Cynegetica” adlı eserinde, Akhilleos’un ölümsüz atı Areion için şöyle demektedir: “Bir at olmanın ötesinde, doğanın bu kurnaz, şeytani ve ölümsüz yaratıkları, ince bir zekaya ve kalbe sahiptiler… Bir at [Areion] mısır başaklarının üzerinde hafif ayaklarıyla koşar ve onları kırıp zarar vermezken; diğer tarafta [Boreas’ın evlatları] denizin üzerinde koşarken de, ayağındaki deri ile parmağın birleştiği yer bile ıslanmazdı”.[390]

Matthäus Merian’ın 1635 tarihli İstanbul gravürüyle yakın benzerlik gösteren Christoph Thomas Scheffler’in (1699-1756), yaklaşık 1730 tarihli İstanbul gravürü: 1= Khrysokeras; 2= Eugenios eko kulesi; 3= Zeus Hippios tapınağı; 4= Hippodromos’un görünen oppidum’ları; 5= Ayasofya camii; 6= Plakoton sütunu (Çemberlitaş); 7= Sykai (Karaköy).

Lambert, Atina’dan Nikomachos’un kurban takvimini gösteren F2 parçasını, 72’de yaptığı yayınından sonra, gözden geçirip yinelediği çalışmasını tekrar yayımlamıştır. Bu çalışmada 10-11. satırlarda geçen bir keçinin kurban edilmesi, Lambert’in tanımlamasına göre tanrı [Δ]υ Νε[μεωι]’yadır. Yani bu tanrı, Nemea Zeus’udur. Bu saptama, Lambert’in önceki  [Δ]υ Νε [ανιαι] şeklindeki, yani “Genç adam Zeus”, ya da “Kahraman Neania’lı Zeus” olarak değerlendirmesinden farklıdır. Yazar, (a)’daki düzenlemeyi  Zeus’un gençlik ritüelleriyle bağlantılı olmadığı (b), Zeus’la Pyanopsion’da kurban ritüeline sahip Attika’lı kahraman Neanias arasında çok açık olmayan kült ilişkisi bulunduğunu tartışmaya açmaktadır. Kanıt olarak da, Atinalıların Nemea Zeus kültüne katıldıklarına işaret eden, Demosthenes 21. 115’i örnek olarak göstermekte ve bunun “Kendi amphiktyonik (amphictyonic)[391] kültlerinin evlâtlarına yakışır biçimde olduğunu… ve çeşitli amphiktyonies’lere üye olan şehir devletleri için normal olduğunu” ifade etmektedir.[392]         

Bu bağlamda, Zeus Hippios’un Nemea aslanı, dolayısıyla Alkides’le olan bağlantısı, hemen yakınındaki Hippodromos’ta kutsanan yarışların yalnız araba yarışları değil “Nemea oyunları” çerçevesinde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Milion’daki altın yaldızlı quadriga’nın, daha Byzantion döneminde “Nemea Zeus kültü”ne ait olduğu açıktır. Yukarıda da değindiğimiz gibi, Zeus’un Nemea aslanı, Orthos köpeği ve Here’yle Victoria şelalesindeki beraberliği göz önüne alındığında, bol ve sıcak su içeren Victoria şelalesiyle, Zeuksippos hamamı ve Hippodromos arasındaki ilişkiyi görmemiz mümkün olmaktadır. Bu bağlamda, batı Oppidum’undaki iki attan birinin, Akhilleos’un ölümsüz atı Areion, diğerinin ise eşi (?) olduğunu söylememiz olası görülebilir.

Sonuçta biz bu arabanın, Hippodromos yapılmadan önceki eski Byzantion Hippodromos’unun oppidum’larında yer aldığı kanısındayız.

Christoph Thomas Scheffler’in İstanbul garavüründen kesit: 3= Zeus Hippios tapınağı; 3a= Tapınağın temenos duvarları; 4= Hippodromos’un  girişi ve oppidumlar; 5= Ayasofya camii.


Kokhlias, Nekra (Mortuus) kapıları ile Venetiani ve Prasinos portiko’ları

Gyllius Hippodromos’ta, Procopius’un, içinde kokhlias (coclea, sarmal) merdivenleri olan bir kapı bulunduğu ile Nekra (Mortuus) denilen bir girişinin olduğunu, Venetia portiko’sunda Venetiani, yani, Maviler’in oturduğundan bahsetmektedir. Procopius’un bu ifadelerine göre, Prasinos, yani, Yeşiller’in de oturduğu ayrı bir Prasinos portiko’sunun da olması gerektiği ortadadır.

Wiener’e göre, imparator ve maiyetinin tribünü καγκελλον’un (kagkellon) önündeydi. Hippodromos’tan to mega palation’a açılan kapı Μονόπορτα (Monoporta-Tek geçişli kapı) adıyla anılıyordu.[393] Kokhlias [μυστικός κοχλίας] olasılıkla imparatorluk locasına açılan kapıdan sonra gelen sarmal merdivenlerdi. Kokhlias’ın bugünkü I. Ahmed türbesi ile arşiv binasının olduğu yerde bulunduğu sanılmaktadır. Mortuus kapısı ise Hippodromos’a girişten çok, araba yarışlarıyla diğer müsabakalarda ölen yarışmacıların, Hippodromos’tan dışarı çıkarıldıkları, tıpkı Mithra tapınakları gibi beşik tonozlu bir geçişe açılan kapıydı. Nekra [Νεκρά Πόρτα] da denilen bu kapının adının, bugün de yabancı dillerde ve nekropolisin kökü, necroolarak, biraz değişik biçimde de olsa kullanıldığı bilinmektedir. Necrology[394] kelimesinin, bir yer ve zamanda ölenlerin isim listesi, ya da ölmüş bir kimse için yazılan yazı olduğu göz önüne alındığında, Mortuus kapısı hakkında yukarıda belirttiğimiz varsayım, uzak bir ihtimal olmasa gerektir. “mort” kelimesinin dilimizde de argo lisanda “ölmek ya da ölü” anlamında “mortu çekti” şeklinde kullanıldığı bilinmektedir. Mortal ya da morg anlamına gelen mortuary[395] kelimeleri de aynı anlamlar kapsamında düşünülmelidir.

Şimdilik varsayımsal da olsa, kendi payımıza, Mortuus kapısında asılı olan ölüler listesiyle, Uzak Doğu’da ölen Geçmiş-göçmüşler’e gönderme yapıldığı kanısındayız.

Gyllius’un yukarıdaki ifadelerinden, Hippodromos’a vomitorium’dan (paradoi)[396] girildikten sonra vomiforia’lara[397] çıkılarak theatron’a (cavea) geçildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, theatronda yerlerini alan parti taraftarlarının, ellerinde renklerini gösteren bayraklara ek olarak, amblemleri olan renklerin temsil edildiği velum’lar (valerium, valeryum)[398] altında hem güneşten korundukları ve hem de esintiyle dalgalanacak velumların theatronu daha şaşaalı, canlı ve görkemli kıldığı anlaşılmaktadır. Böylece izleyiciler, dalgalanan bayraklar altında daha bir canlı görünüm kazanan theatronda, aradıkları gerçek “ephoria”yı  bulmaktaydılar.

Gyllius, Hippodromos alanı için, yüzeyin yatay olduğunu, bunun insan emeğiyle oluşturulmadığını, doğal yapısı sonucunda böyle olduğunu vurgulamakta, alanın dolgu toprak olmadığını belirtirken şöyle demektedir:
“Hipodrom’un Marmara’ya bakan orta bölümü üç tarafında eğimli yamaçlarla çevrilidir: doğuda  eğim hafif ancak batıda aşağı doğru büyük yükseklikte çöküntülüdür…Marmara’ya bakan tarafı ise, sadece başaşağı bir inişe sahip değil aynı zamanda 14,8 m[399] yükseklikte bir uçurum halindedir” .

Gyllius’a göre, Hippodromos’un tüm cephesi, altta inşa edilen kemerler üzerinde yer almakta, bu da, onun düz bir tabana oturmasını sağlamaktadır. Gyllius’un bu saptamasının, Hippodromos’un güney cephesi, yani Sphendone tarafı için geçerli olduğu ortadadır.

Yazar: “Hipodromun kuzey tarafındaki basamaklar birkaç yıl öncesine kadar İbrahim Paşa tarafından sarayının yapımında kullanılmak üzere yıktırıldı” derken, Hippodromos’un bu bölümünün yıkılış tarihini yaklaşık olarak vermektedir. Gyllius’un İstanbul’a ilk gelişi 1544-1547 (8 ?)’dir.[400] Buna göre, Hippodromos’un yıkılışı, yaklaşık olarak 1540 tarihi civarı olmalıdır. Oysa, İbrahim Paşa’nın Mohaç savaşından dönüşünde, Matyas Corvin’in sarayından aldığı heykelleri beraberinde getirerek, İstanbul’da Atmeydanı’ndaki sarayının önüne diktirdiği tarih, yaklaşık 1526-1527 yılları arasıdır. Buna göre, Gyllius’un birkaç yıl olarak belirttiği zaman ölçüsü, yaklaşık 13 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Yazarın anlatısındaki bu yanılgının, bu olayın kendisine kentli biri tarafından ifade edilmiş olduğuna bağlamamız olasıdır. Zira yazar kitabının diğer bir yerinde şöyle diyor:[401]
“ Hipodromun Marmara’ya bakan cephesinde, İstanbul’a geldiğim zaman on yedi beyaz mermer sütun, spira’ları, başlıkları ve epistylion’larıyla duruyordu. Bunlar Hipodrom’un güneybatı tarafını kuşatacak şekilde sıralanmıştı....Sütun gövdeleri şimdi, başlıkları ve kaideleriyle birlikte yerde yatıyorlar, Sultan Süleyman’ın kervansarayının yapımında kullanılmak üzere kısa bir süre önce yıkıldılar....” . Yazarın buradaki ifadesinden, onun bizzat gördüğü bir olayı anlattığı açıkça anlaşılıyor. Ancak bu ifadenin, İbrahim Paşa sarayı hakkında, yukarıdaki anlatımında yer alan ifadesiyle arada pek bir fark olmadığı, dolayısıyla Gyllius’un, başkalarından duyduğu olaylarla doğrudan gördüğü olayları anlatısı arasında, belirgin bir tanım kullanmamış olduğu anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak, Gyllius’un Hippodromos’un kuzey basamaklarının yıkımını görmediği, bu nedenle cümlenin;
“İstanbullulardan duyduğuma göre, Hipodrom’un kuzey tarafındaki basamaklar birkaç yıl öncesine kadar İbrahim Paşa tarafından sarayın yapımında kullanılmak üzere yıktırılmış” şeklinde olması gerektiği ortadadır.

Avusturyalı mimar Matthäus Merian imzalı olup 1635 tarihini taşıyan bir gravürde, “+” işaretiyle; akropolis’te İmparator sarayı  (Seraglio Des Turck: Kaijfere pallast); 1 numara ile, T. (Turck) saraij: Cantrlaij: Türk sarayı alanı; 2 numara ile, Zeughauβ: Cebehane (barut ve silah deposu); 3 numarada, S. Sophia (Hagia Sophia); 4 numarada ise, Hippodromos (Hippodromus, At Meydanı) tasvir edilmiştir. Belge, İstanbul Haliç kıyılarını takip ederek kıstağın ilk dönemecinde, bugün Eyüp civarındaki S. Iakobs kirche’ye [Aziz Jakob (Yakup) kilisesi][402] kadar devam eden kent silueti tasvir edilmiştir.
Gravürde asıl ilgi çeken unsur, 2 numarada gösterilen ve Zeughauβ olarak nitelenen yapının çok belirgin bir şekilde ve yaklaşık olarak Hagia Sophia’nın tam güneyinde, birbirleriyle karşılıklı olacak şekilde gösterilmiş olmasıdır. Her iki yapı arasında mevcut boş alan Augusteion’a işaret etmektedir. Gerek sur içi İmparatorluk sarayı, gerek kara surlarının kemerlerle güney yönündeki devamı ve gerekse Hagia Sophia’nın ana yapılar olarak tasvirlerindeki yerlerin doğruluğu, Zeus Hippios’un yerinin de doğruluğunu kanıtlayacak nitelikte görülmektedir. Ayrıca, gravürdeki Topkapı Sarayı ve Hagia Sophia’nın, bugünkü mimari durumlarına olan son derece yakın benzerlikleri, dikkati çekecek kadar önemlidir.

Merian’ın eserini, büyük olasılıkla, gerek sahip olduğu yükseklik ve görüş açısı,  gerekse yazın sıcak, kışın ise soğuktan korunmalı olup tasvir yapmakta kuşkusuz en elverişli yer olan Sykai’deki (Karaköy) Galata kulesinden (Mεγάλος Πύργος) gerçekleştirmiş olması kuvvetli bir olasılıktır. Eserde, uzaklıktan dolayı Hippodromos’un yerinin yanlışlıkla 4 numarayla Forum Constantini’de (Çemberlitaş) gösterildiği anlaşılmaktadır. Oysa, Zeus Hippios ve Hagia Sophia arasında görülen üç kuleden önde ve daha yüksekçe tasvir edilmiş olan iki kulenin, Hippodromos’un girişine ait kuleler olduğu açıktır. Oppidum’ların,[403] Zeus Hippios’un hemen batısında yer alması bu olasılığı güçlendiriyor. Ayrıca, ayrıntılardan  uzak ve çizgisel olarak tasvir edilmiş olsalar da, Zeus Hippios’un güneyinde (hemen arkasında) görülen yüksekçe yapıların da Daphne, Trikonkhos ve Khrysotriklinos saraylarına ait kalıntılar oldukları söylenebilir. Merianı doğrulayan belgelerden birini, Christoph Thomas Scheffler’in (1699-1756), yaklaşık olarak 1730’a tarihlenen  İstanbul gravüründe bulmamız, oldukça ilgi çekicidir.

Farnese Alkides’i (Adem). Napoli. Eserin, Alkides’in alkali yapısını gösterircesine sahip olduğu parlaklığı dikkat çekicidir.[404] Kıvırcık saçlar ve cildin parlaklığı, günümüz zencilerinde bile hala devam etmektedir. Nazionale Archeologico Müzesi (Fuchs, 1969).


Alkides (Herakles) hieronu (Αλκείδης,  Alkeidēs Ιέρωνα,`ΕρακληςHeraklês)


Alkides’e ait tapınağın, Constantinus’un Byzantion’u kendisine başkent olarak seçmesinin ardından, kentte giriştiği imar faaliyetleri sırasında, inşa ettirmeyi düşündüğü Mega Ekklesia (ή Μελάλη ‘ Εκκλησία  - Eski Ayasofya) için en uygun yer olarak seçtiği anlaşılıyor. İmparatorun, Şamanizm’e dayalı eski pagan dinine olan saygısının devam etmesine karşın, bu tapınağı yıktırarak yerine bir kilisenin yapımı için verdiği karar, onun yeni dinin temsilcileri olan rahiplerle birlikte, kentte hâlâ pagan dinine bağlı olarak yaşayan halka karşı politik bir uygulaması olarak algılanabilir. Buna ait belgeleri, Plakoton forum’unda porfir sütun üzerindeki süvari Apollon heykelinin başını kaldırtıp, onun yerine kendi başını koydurması, Mouseion ve Megiste nympheaion gibi pagan yapılara asla zarar vermemiş olmasında buluyoruz.

Müller-Wiener, imparator Septimius Severus’un vakfı olarak Alkides ve Zeus Hippios tapınaklarının yerlerine Zeuksippos hamamlarının yapıldığını söylemektedir.[405] Oysa Zeus Hippios tapınağına ait betimleri, gerek Schedel’in 1493 ve gerekse Matrakçı Nasuh’un 1509 ?[406] tarihli gravür ve minyatürlerinde oktagonon plânıyla birlikte saptamamız, Wiener’in kaynak olarak verdiği ChronPasch 494 B; Malalas 321B; Preger 15, 136, 168’deki ifadelerin, Zeuksippos hamamlarıyla Zeus Hippios tapınağının yıkılmasına gerek kalmadan, onun batı bitişiğinde, yani tapınakla Hippodromos arasında kalan alanda inşa edildiği anlamına gelmektedir. Oysa bu alanda, daha önce de Byzantion dönemindeki Zeuksippos hamamlarının bulunduğunu yukarıdaki bölümde irdelemiştik. Her şeye karşın, Wiener’in kaynak gösterdiği yazarları yadsımak istemiyoruz. Ancak buradan hareketle, Septimius Severus’un kente verdiği zararlar arasında, Byzantion Zeuksippos hamamlarının da olduğu ortaya çıkmaktadır.

Biz Alkides hieron’undaki görkemli tapınak hakkındaki problemi,  Alkides’in on iki görevine ait ünlü metop’ların, Constantinus’un Propontis’e bakan sahil şeridinde (bugünkü Kadırga Semti, Kennedy Caddesi), kendisine yazlık olarak yaptırdığı Boukoleon (Hormisdas) sarayında kullanım tarihini saptayarak çözebileceğimiz kanısındayız.
Günümüzdeki Ayasofya camiinin yerinde, Byzantion döneminde, daha kuruluş aşamasında Byzes tarafından yaptırılmış Alkides tapınağının varsayımsal restitüsyonu. The Location of the 12 Labors of Herakles on the Temple of Zeus at…: (www.solvinglight.com/.../laborsHerakles/introLabours.htm). Uyarlama.

Önceki bir çalışmamızda, Wiener’in ifadelerinden yola çıkarak bir sonuca ulaşmıştık. Şöyle diyordu yazar: “I. Regio’nun batısında, III. Regio’nun sınırında, adını, 324 yılında kaçan, Constantnus’un sarayına aldığı (Zosimus 93 B) ve burada yerleşmesine izin verdiği Sasani prensinden alan Hormisdas Sarayı yer alır”.[407] Hormisdas II. Sapor’un (310-379) kardeşidir. Buna göre sarayın inşası, en geç Constantinus’un ölüm yılı olan 337 tarihiyle sınırlıdır.[408]

Zosimus’un “Historia Nova” adlı eseri bize, onun yaşadığı 450-510 arası bir tarihe işaret eder. Müller-Wiener’in gönderme yaptığı kaynaklardan ChronPasch kroniği [“Chronicum Alexandrium (Konstantinopolitanum)” ya da “Fasti Siculi”] imparator Heraclius (575-641) döneminde yazılmış. Eser yaklaşık 7. yüzyıla ait ve kronik olarak 248-628 yılları arasını kapsıyor. Yani Zosimus’a göre oldukça yeni. Biraz geçmişte kalmış ve olasılıkla kulaktan duyma bilgiler kaleme alınmış olabilir. Ioannes Malalas’ın “Malalae Chronographia” adlı kroniği, yine onun dönemiyle, yani 491-578 tarihleriyle sınırlıdır. Diğer tarafta T. Preger’in “Scriptores Originum Constantinopolitarum” adlı eseri ise Leipzig.1901 tarihlidir. Bu kapsamda Constantinus dönemine en yakın olan yazarlar, Zosimus ve Procopius gibi bir rhetor  (orator-rhetorica= sözbilimi) sahibi olan, eğitimini Antakya’da almış, ancak olasılıkla Pers’lerin 540’da Antakya’ya yaptıkları saldırıların ardından, Iustinianus döneminde Constantinopolis’e gelmiş olan Ioannes Malalas’tır (Malelas).[409] Her iki yazarın da gerçekçi ve doğruyu yansıtma uğraşı verdiklerinden kuşkumuz yok. Ancak, Malalas’ın kente sonradan gelişi nedeniyle, yukarıda da değindiğimiz gibi, Boukoleon sarayını yaptıranla buranın inşa tarihi hakkında bizleri doğru bilgilendiren Zosimus’a daha çok güvenebileceğimiz ortadadır.

Varsayımsal Alkides tapınağından ayrıntılar: A: Tapınağın pronaos’u üzerinde, Alkides’in on iki görevine ait, boyalı kabartma frizler; 1= Tapınağın akroter’inde, Alkides’in Atlas görünümündeki heykeli; 2= Koltuğundaoturup, Uzak Doğu’da gerçekleşen Apollon Karneios olayını yöneten tanrılar tanrısı Zeus; 3= Alkides’in eşi Hebei, İkiz yılanların (tektonik olaylar) saldırıp öldürmeye çalıştığı insanlar için endişeleniyor; 4= Alkides, İkiz yılanlarla mücadele ediyor; 5a, b= İkiz yılanlardan biri, bir insanı yere yatırmış, onu alt etmeye çalışıyor;  6a, b= Aetos’un köşesinde, İkiz yılanların öldürdüğü  eş ya da çocuğu için ağlayıp figan eden bir kadın; 7a, b: İkiz yılanlar tarafından öldürülmüş Orthos’lular; 8= Tüm tapınaklarda, ya ahşap üzerine tunç işlemeler, ya da tamamı masif tunçtan yapılmış, kutsal Tunç eşik (Tunç kapı); 9= Orthos’un girişi olan “Tunç eşik”in iki yanında, güneye doğru birer pilaster oluşturan dağ çıkıntıları, ya da Pyrphlegeton, yani günümüzdeki Hoang-Ho ırmağının çıkıntılarını temsil eden pronaos çıkıntıları; 10-17= Günümüzde, bir kısmı Mimar Mehmed Ağa tarafından, Sultanahmed camiin’de kullanılmış olan, Alkides’in ünlü kolosal sütunları (sütunların görkemi, yukarıdaki resimde yer alan insan boyutlarıyla sütunların genişlik ve boyları, ya da bizzat Sultanahmed camiindeki varlıklarıyla saptanması mümkündür); 18= Tapınağın krepisi (giriş basamakları).


Dolayısıyla Alkides tapınağının, 3. yüzyıl başlarında değil, Constantinus döneminde yıkıldığı, daha bir ağırlık kazanmaktadır.

Diğer yanda, Byzantion kentinin kuruluşundaki tasarımıyla birlikte düşünülüp hayata geçirildiği açık olan, Aslan takımyıldızının regulos’una Alkides tapınağının yerleştirilmiş olması asla bir raslantı olarak değerlendirilemez. Aynı zamanda “Aslan I” olarak da adlandırılan Regulos, Alkides’in öldürdükten sonra postunu yüzüp sırtına attığı Nemea aslanını da temsil etmekteydi. Bu post, Alkides’in en önemli atribü’südür.

Bu bağlamda, daha başlangıçta Byzantion’un en kutsal mekânı olarak kabul görmüş olan Alkides hieron’u, Constatinus zamanında Mega Ekklesia, Iustinianus zamanında Hagia Sophia, Osmanlılar zamanından bu yana da Ayasofya camii olarak, geçmişten bu yana İstanbul’un en kutsal alanı ve mekânı olarak kabul görmüştür. Yani takımyıldızı ve onun Regulos’u, bugüne kadar korunmuş ve asla bozulmamıştır.

Tapınağın pronaos’unda, Alkides’in 12 görevine ait metop’ların durumunu gösterir restitüsyon.

Alkides tapınağına ait sütunlar hakkındaki bilgileri Gyllius’tan öğreniyoruz. Tarihçi, Ayasofya camii civarında dolaşırken, içinde sütunların bulunduğu bir çukura düşmüş. Bu sırada aldığı ölçülere göre sütunlar 5.32 m çapında, 8.99 m yüksekliğindedir. Bu yükseklik spira ve sütun başlıklarıyla birlikte 13.76 m’yi bulmaktadır. Gyllius’un verdiği ölçülere göre biz, Korinth nizamındaki sütun başlıklarının yaklaşık 4 m yüksekliğinde, son derece kolosal başlıklar olduğunu saptadık.[410]

Yapının Constantinus tarafından yıktırıldığının en önemli kanıtlarından bir diğeri ise, imparatorun günümüzde Topkapı sarayının ana girişi olan Bab-ı Hümâyûn‘un bulunduğu yerde inşa ettirmiş olduğu, Okeanos benzeri yuvarlak forum’u, Yani Forum Constantini II’dir (Tykhe’nin forum’u).[411] Yapı ustaları forum’u inşa ederlerken, buranın giriş ve çıkışlarındaki iki khalkedikon’unda (propylaion, protomenisma- vestibulum, chalcedicum) Alkides tapınağına ait, her birinde dörderden sekiz Alkides sütunu kullanmışlardı. Tapınağın metop, sair taş ve gigantik sütunlarının Boukoleon sarayı ile Tykhe’nin forum’unda kullanıldığından kuşku duyulamaz. Ancak kullanılan sekiz sütundan arda kalan diğer sütunlara ait bir izin olmaması, bunların parçalanarak Okeanos biçimli forum’a malzeme oluşturduğuna işaret etmektedir. Bunlar arasında, forum’un döşeme taşlarına dönüşen mermerlerden bir kısmının, halen Ayasofya camiinin döşeme taşları arasında bulunuyor olması da, olasıdır.

Madagaskar ve Afrika’da yetişen ve yaşları 5 bin yıla erişen “Baobab” ağaçlarına çok benzeyen Alkides (Herakles) direkleri. Baobab’ların gövde çapları 7-11 m’yi bulmaktadır.
Allée des Baobabs 2: Photo by Photographer Axel Guillebastre…: (photo.net/photodb/photo?photo-id=2990475-22k).

Sütunlardan her birinin ağırlığını yaklaşık olarak 539 ton olarak hesaplamıştık. Büyük ihtimalle, Forum Constantini II’nin 361 ya da 447 deki büyük depremler sonucunda yıkılmasının arkasından, arda kalan duvar taşları ve küçük sütunlar dışındaki bu abidevi ağır sütunlar taşınamayıp bulundukları yerlerine, yani Bab-ı Hümâyûn yakınındaki bir yere gömülmüş olmalıdırlar. İmparator Iustinianus döneminde, Hagia Sophia’nın imar işlemlerine girişen yapı ustaları Tralles’li (Aydın) Anthemios ve Miletos’lu Isidoros, kilise için gerekli taşların yerlerini araştırırken bu sütunların yerlerini, olasılıkla arşivlerdeki kayıtlardan buldukları anlaşılıyor. Yapı ustaları sonuçta, Hagia Sophia’nın güneydoğu köşesinde saptadıkları statik dengesizliği, Khalke sarayıyla Hagia Sophia’nın İmparatorluk kapısı arasına yerleştirdikleri İmparatorluk köprüsü gibi estetik ve anlam dolu dahiyane bir çözümle gidermişlerdir. Bu bağamda, yapının bu köşesine daha sonra Mimar Sinan tarafından yapılan payandaların, İmparatorluk köprüsünün hem temeller ve hem de yaklaşık 20 m yükseklikte, eskiden sekiz Alkides sütununun üstlendiği 6700 tonluk statik basıncı karşıladığı anlaşılmaktadır.

B= Sultanahmed camiinin taban seviyesi; C= Sütun kaidelerinin oturduğu temeller; I= İmparatorluk köprüsü sütunlarından birinin kaynaksal boyutu; II= Her iki sütunun I ve II numaralarla kodlu bölümlerinin birleştirilmesinden oluşmuş, caminin fil ayakları (1-3, kasnak yükseklikleri); A= II numaralı sütundan artan bölüm; A1= Çeşmelerin yapımı için, gövdeden kesilerek alınan parça; D1-3= sütunda açılan yuva ve çeşmenin oluşumuyla (kırmızı) yerleşim planı (lacivert) ve son oluşum (D3); E= Döşeli su boruları; F= Pirinç musluk. (Düzgüner, Arş. Res.).


Çeşmenin sütun üzerindeki yerleşim plânından ayrıntı. (Düzgüner, Arş. Res.).

Alkides sütunlarının devşirme malzeme olarak kullanılmasıyla ilgili başına gelen talihsizlikler (aslında bu, bizler için bir talihtir), bununla da kalmamıştır. Büyük olasılıkla Andronikos II. Palaiologos zamanındaki 1317 depreminde, bu kez İmparatorluk köprüsünün de zarar görmesiyle, nakil zorluğundan öte, estetik kaygıdan vazgeçen dönemin mimarları, sekiz sütunu bu defa kilisenin güneydoğu köşesine gömerek, hiç olmazsa temeller hizasındaki desteğin devamını sağlamışlardır.


Gyllius’un içine düştüğü ve temeller arasına sütunları gördüğü 1550-1553 yılları, tam olarak, 1550-1557 yılları arasında Süleymaniye camiinin inşasında, camiye malzeme arayan Mimar Sinan’ın araştırmalarına denk geliyor. Mimar Sinan inşasına başladığı Süleymaniye camiinin özgün yapısına uygun görmediği sütunları tekrar bulundukları yere gömdürmüş olmalıdır. Böylece Alkides’in sütunları 1317’den 1609’a kadar yaklaşık 292 yıl burada toprağın altında kalmıştır. Sultan I. Ahmed (1590-1617) zamanında inşası saray mimarı Sedefkâr Mehmed Ağa’ya verilen ve yapımı 1609-1617 yılları arasında süren Sultan Ahmed camiinin inşası sırasındaysa, Alkides’in sütunları bu kez, tam Mehmed Ağa’nın tasarımına göredir. Sütunları inşaatında başarıyla kullanan Mehmed ağa böylece, bunların son olarak gün yüzü gördüğü 1550 yılından tam elli dokuz yıl sonra onlara sahip çıkmış ve günümüze kadar korunup yaşamalarını sağlamıştır. Bu bağlamda sırası gelmişken, kendisine olan minnet duygularımızla birlikte sonsuz teşekkürlerimiz sunmayı bir borç biliyoruz.
 Alkides sütunları ve Sultanahmed Camii’nin İkiz Çeşmeleri

Önceki bir makalede değindiğimiz Sultanahmed camiindeki İmparatorluk köprüsüne ait sütunlardan oluşturulmuş ikiz çeşmelerin, Sedefkâr Mehmed Ağa’ya has, yaratıcı bir zekâ ürünü olduğundan kuşku yoktur.[412] Asılları, üç kasnaktan (spondylos) oluşan sütunların (I), ikinci sütunun (II) üstünden alınan iki kasnakla birleştirilerek yaklaşık 14 m. yükseklik elde edildiğinden söz etmiştik (I + II). Mimar, ikinci sütunun altında kalan son kasnağı (A) ikiz çeşmelerin yapımında kullanmış.  Şekildeki “B” çizgisi, cami tabanını gösteriyor. Spira bu çizginin üstünde açıkça görülmektedir. Ancak torus ve plinthos, şekilde “B-C” arasında yer alan temellere gömülüdür. Mimar Mehmed Ağa, çeşmelerin yapımı için, II. sütunun “A” kodlu artan bölümünü kullanmış. Sütundan dikine aldığı yaklaşık 3,5 m. yüksekliğindeki parçayı, çeşmenin kurnasını oluşturabilmek amacıyla, gövdeden daha geniş olduğu açık olan torus ve plinthos’uyla birlikte seçmiş. “I + II” kodlu sütunun taban seviyesinden yukarıya doğru açtığı yuvaya bu parçayı yerleştirerek yapıştırmış. Bu bölümdeki spira ve torus’u düzleştirerek yok etmiş ve üzerlerini son derece zarif bezeklerle süsletmiş. Caminin tabanına oturan plinthos’un içini oydurarak, çeşmenin kurnasını oluşturmuş. Su tesisatının çeşmeye nasıl ulaştırıldığı hakkında ise, şimdilik kesin bir bilgimiz yoktur. Ancak büyük olasılıkla, temellerden getirilen su borularının, yapıştırılan bu parçanın ardından dolaştırılarak musluğa ulaştırıldığını söylemek olasıdır. Şayet yeni değilse, pirinçten yapılmış muslukların, görkemli ikiz çeşmelere uyum sağladığı, hatta son derece yakıştığı ortadadır.

Sonuçta, bugün, her biri muhteşem olan dört Alkides sütunuyla ikiz çeşmeleri, caminin diğer mimari unsurlarıyla birlikte, hayranlıkla izlememek mümkün değildir.


Alkides’in 12 görevi

Erhat, günün birinde Here’nin Alkides’in cinnet getirmesini sağladığını, Thebai kralı Kreon’un kızından doğan çocuklarını bir bir öldürdüğünü, yiğit kendine geldiğinde Thespios’un yanına sığınıp kendini bu suçlarından arındırmaya çalıştığını anlatıyor. Ama Here bununla yetinmemiş, Apollon kâhini Pythia aracılığıyla, Alkides’in gidip Eurystheus’un hizmetine girmesini bildirmiş. Suçlarının kefareti olacak bu on iki yıllık hizmeti başarıyla sona erdirirse, onu ölümsüzlüğe kavuşturacakmış.[413]

Alkides, baş ve omuzlarında ünlü Nemea aslanı postu, sağ elinde sopasıyla birlikte, bir keramik üzerinde tasvir edilmiş.
ERBzine 0671: Jungle Tales II: (www.erbzine.com/mag6/0671.html).  

Yazar Alkides’e sonradan yüklenen “Herakles” adı için ise, şöyle diyor: “Asıl adı Alkides, yani dedesi Alkaios’tan gelme bir soyadıdır. Sonra Pythia kâhini adını değiştirir, Herakles kor. Herakles adının ‘Hera’nın ünü’ anlamına geldiğini ileri sürerlerse de ‘heros’ yani kahraman sözcüğüyle ilişkisi daha akla yakındır”. Erhat’ın bu açıklamasını, Anadolulara yakışır “fazla iyi niyet” olarak değerlendirmemek mümkün değildir. Kitabının Here maddesinde, tanrıça hakkında pek çok olumsuz sıfatların arasında, onu “varlıklı ve bencil burjuva kadınını simgeler” diyerek tanımlayan, yine Erhat’ın kendisi değil miydi? Erhat buna karşın, Here’nin Alkides’le olan ilişkisinde hâlâ daha akla yatkınlık mı aramış acaba?  Hele hele Alkides’in Âdem’i temsil ettiğini bile bile?[414]


Kötü niyetli, nifakçı Here’nin, geçmişten günümüze, insanlar arasında her zaman en fazla saygı görmüş olan Alkides’i, sonunda ölümsüzlük vadiyle kandırıp kullandığı ortadadır.[415] Özellikle isim değiştirme ve onu on iki görevle yükümlü kılmada öyle yapmış ki, tüm Yunanistan karasının en saygın tanrılarından Apollon kâhini Pythia’yı da kullanıp, insanların bu değişime inanmalarına ek olarak saygıyla karşılamalarını da sağlamış. Alkides, Here’nin bunca hakaretiyle karşı karşıya kalırken, uslanmak, us sahibi olmak nedir bilmez Here’yi, Orthros’ta ellerine altın zincir, ayaklarına örs bağlayıp cezalandıran tanrılar tanrısı, Alkides’in babası Zeus nerdedir bilinmez. Ancak, tüm olayların sonunda çıkar ortaya. Güya, ölen oğlunu kaçırıp Olympos’a götürür ve Hebei ile evlendirip ölümsüzlüğe kavuşturur onu. Alkides’e, bütün işleri tamamlamasından sonra ölümsüzlük verecek yerde Deianeira’ya, Nessos’un kanına bulanmış gömleği Alkides’e verdirerek onun ölümüne neden olan, yine Here’nin kendisi değil miydi?

Yunanlılarla onlara yardım eden sözüm ona Anadolulu Hesiodos’un ne yapmak istedikleri ortada. Here, yukarıda söz ettiğimiz Nemea aslanında olduğu gibi, geçmişe olan kin ve nefretini Alkides’in şahsında, onunla işi bitip sona erdiğinde, onu bile bile öldürerek geçmişi silip rahatlamak istemiş. Ancak bu cinayetten öte, geçmişle ilgili o kadar çok belge var ki, ona yüzlerce görev de vermiş olsaydı, yine de geçmişi silmesi olanaksız olurdu.

Sonuçta Alkides’e verilen görevlere, tarihsel gerçekler çerçevesinde kısaca da olsa değinmekte fayda vardır:
  1. Ne Yunanistan karası ve ne de adalarda, o dönemde aslanlar yoktur. Alkides’e Nemea aslanını elleriyle boğdurtarak, bir taraftan onun gücü ve aslana olan yakınlığı kanıtlanmak istenirken, diğer tarafta, insanlığın Afrika’yla olan geçmişteki ilintisine, Homeros ve Herodotos’a rağmen, kahramana verilen bu görevle birlikte son verilmek istenmiştir.
  2. Lerna ejderi olarak gösterilen dokuz kafalı (dokuz kraterli volkan) ejder, Argos bölgesindeki Lerna bataklığında değil, Uzak Doğu’daki Sichuan’da, mitoslarda Hades bataklıkları olarak geçen Soğuk bataklıklardır. Dolayısıyla, gerçek olayların kökenlerinin aranması önlenmiş ve tamamen masalsı karaktere büründürülmüş mitoslar, Yunanlaştırılmaya çalışılmıştır. 

 
Alkides, bir keramik üzerindeki betimde, Lerna ejderiyle mücadele ediyor.
 (www.erbzine.com/mag6/0671.html).  

Atina’da Pantheon tapınağının batı metoplarında yer alan Alkides’in 12 görevinden 1-6 arasındaki betimleri: 1= Nemea aslanı; 2= Çok başlı Lerna ejderi; 3= Stymphalos kuşları; 4=  Girit boğası; 5= Kyreneia geyiği; 6= Amazonlar kraliçesi Hippolyte.

 
Doğu metopları: 7= Erymanthos yaban domuzu; 8= Diomedes’in atları; 9= Üç gövdeli Geryoneus’un sürüleri; 10= Hesprid’leri Altın elmaları; 11=  Kerberos’un Ölüler ülkesinden kaçırılması; 12= Augeias’ın ahırlarının temizlenmesi.


  1. Stymphalos adı, açık ki bileşik bir isimdir. Bu çerçevede “stim”, uyarıcı, canlandırıcı, tahrik ve teşvik edici anlamındadır. “Phallos” ise erkeklik uzvu, penis’tir. Phalarope, deniz çulluğuna benzer bir kuştur. Lâtince adı “Phalaropus lobatus”tur. Bu kuşun özelliği, sürekli olarak bir çift oluşturup beraber olmaları yanında polyandry, yani çok kocalı olmalarıdır. Betimde tanımlayamadığımız kadın figür, fallos’a benzer bir nesnenin (kaya benzeşimli) üzerine oturmuş. Elbisesinin göğüs kısmında olasılıkla Gorgo başı taşıyor (Hebei ?). Her ikisi de ellerinde birer phalarope kuşu tutuyorlar. Ancak kuşların boğazlarını sıkarak öldürmüşler. O zamana kadar her hengi bir phallos’a oturabilen kadın figür, bu kez gözlerini Alkides’in penisine dikmiş, öylece bakmaktadır. Yani bundan böyle, değer verdiği tek phallos bu olacaktır. Burada anlatılmak istenenin, şimdiye kadar yapılan yorumlardaki korkunç kartal betimleriyle hiçbir ilgisinin olmadığı anlaşılıyor. Kadın figür phallos’un üzerine oturup elindeki phalarope’yi öldürür ve Alkides’in penisine bakarken, Asya’daki Dionysos kültüne bağlı çok kocalı olma geleneğini artık istemediğini ifade ediyor. Alkides de, elinde öldürdüğü diğer bir phalarope’yi ona göstererek, onun bu fikrini onayladığına işaret etmektedir. Here’nin yaşamı süresince belki de yaptığı en iyi iş budur. Tabii bunun altında da, Zeus’un yaptığı çapkınlıklar yatmıyor değil. Sanırız onun bu hilesinin Zeus’a bir etkisi olmamış. Bulut ve gök gürültülerini temsil eden Zeus’tan doğan yağmurun (Athene) değmediği bir kadın var mı?

a. Alkides, phalarope kuşlarına sapan taşı atarak, onların çok eşliliğine son verme uğraşı içinde. Yani Here, sırf geçmişi silmek, yok edebilmenin yanında, yaramaz Zeus’a da sahip çıkabilmek için,  Uzak Doğu’da Dionysos kültüne bağlı olarak ortaya çıkan “Kutsal evlilik-Hieros gamos” geleneklerinin örtülüp kapatılması adına, Alkides’i kullanıyor; b. PAlkides-Phalarope (Stymphalos) kuşları mücadelesi sahnesinden görünüm. a. (ecobirder.blogspot.com/2008_05_01_archive.html). Uyarlama.


  1. Alkides’in dördüncü görevi, Girit boğasını öldürmektir. Here bu boğayı niçin öldürmek ister? Here’nin Alkides’e bu görevi verdiği sıralarda, Girit’teki güçlü Minos kültüründe, kökleri Uzak Doğu’daki Tokar ve Mısır’lılara dayanan bu toplumlardaki kutsal boğa, Uzak Doğu’daki Tüylü kotuz’dur [Mısır’da Hapis-Hapiankh veya Apis, Anadolu-Yunan mitolojisinde “έραρηος-βοûς” (Epephos-Bous), Roma’daysa “ταûροζtur (Tauros)].[416] Here son derece zeki bir tanrıça, ama, yaradılışından gelen bozguncu ve fitneci bir karakteri var, akıllı ise hiç denemez. Zira Alkides’e verdiği bu görev, kökeni Orthros’a dayanan boğanın kutsallığını engelleyemediği gibi,  Girit’ten Byzantion, Roma ve oradan da Constantinopolis’e kadar giderek ünlenmiş ve yayılmış. Her seferinde, geçmişe ait bir şeyleri silerek veya öldürerek yok etme çabasına giren Here, bunların hiçbirinde başarılı olamamıştır.

a. Bir vazo resminde, Alkides’in Girit boğasıyla mücadele sahnesi; b. Aynı mücadeleye ait bir başka vazo resmi.


  1. Kyreneia[417] geyiği altın boynuzlu ve tunç ayaklıymış. Anadolu-Yunan mitolojisiyle bu halkların gerçek hayatlarında, onlar için en önemli, değerli ve bereketli her şey “Altın …” olarak değerlendirilmiştir.[418] Bu sıfat, onların gerçekten altından yapıldıkları gibi imgesel bir görünüme dayandırılamaz. Altın boynuzlu geyik, Uzak Doğu’da Choukoutien’deki (Byzantion’da Ioukoundianai semti. Bkz. Byzantion haritası) mağarada yaşayan, amygdaloid yani bademsi biçimdeki taş aletleri yapabilen, volkanlar nedeniyle doğada bol miktarda bulduğu demir filizinin sertliğini keşfedip, taş aletlerini bunu kullanarak yapayım derken, sürtünme nedeniyle çıkan kıvılcımları görüp ilk kez ateşi keşfeden ve Buzul dönemlerinde en önemli yiyeceği olan geyiği (cervide) ateşte pişirip yiyen Chou Adamı’nın (Homo erectus pekinensis) en önemli besin kaynağıydı. O zamandan bu yana, Buzul dönemlerindeki varlığıyla yalnız Chou Adamı’nı değil, oradan tüm dünyaya yayılan insan hayatının kurtarıcısı olarak unutulmayan geyik, taşıdığı bu değerlerle, Altın boynuzlu olmayı hak etmiştir. Geyiğin tunç ayaklarının, Uzak Doğu’da “tunç”un keşfine dayalı olarak Orthros’taki Büyük tunç eşiğe gönderme yaptığı ortadadır. Erhat’a göre, Kyreneia geyiğinin koruyucuları, Olympos’taki “Tanrılar toplantıs”ına çangırdayan oklarıyla gelirken, Zeus dahil tüm tanrıları korkudan zangır zangır  titreten Apollon’la, onun kardeşi Artemis’miş (Artemis Orth>r<osia). İnsan, ikide bir kendisine Uzak Doğu’yu hatırlatan Orthros kökenli her iki tanrı ve tanrıçaya da, Here’nin neden kinli olduğunu anlamaktan öte, böyle olmasının nedenlerini düşünmeden edemiyor.
 
Alkides, okuyla yaraladığı Kyreneia geyiğini boynuzlarından yakalayıp sırtlayarak götürmeye çalışıyor.
Theoi.com / Heracles the Great Hero of Greek Mythology: (www.theoi.com/greek-mythology/heracles.html).



 
Kyrene’den sikke. AR Didrahmi-Stater. İÖ  308-277, Ön yüz, Karneios sağ / silphion bitkisi. (www.wildwinds.com/coins/sg/sg6319.html-3k).


 
Aynı yerden iki ayrı sikke: a. “Asya ağırlığında”, İÖ 470-375, AR sikke, ön yüz, Zeus Ammon başı / Silphion bitkisi.; b. “Attik ağırlık” İÖ 510-470, AR sikke, ön yüz, Silphion  bitkisinin tohumu / arka, inkus (Aynı kaynak).


a. Amazon kraliçesi Hippolyte’nin kemerindeki tokanın (sarı daire içinde), Mısır tanrıçası Aset’in tokasına benzediği görülüyor; b. Alkides Hippolyte’yi yere düşürmüş. Mücadele devam ediyor.
ERBzine 0671: Jungle Tales II: (www.erbzine.com/mag6/0671.html).



  1. Eurystheus’un kızı Admete’nin, Amazonlar kraliçesi Hippolyte’nin büyülü kemerini istemesiyle başlayan öykünün ana teması “kemer”dir. Önceki bir çalışmamızda, kemer kelimesinin Kem (Khem) er’leri (insanları) tümcesinden gelip gelmediğini sorgulamıştık.[419] Diğer yanda, Mısır’da Aset’in kutsal sayılan kemer tokası da, dikkatlerden kaçmamaktadır. Tokanın ortasında ayakta duran figür, Orthros ve Ergenekon’da ölen binler, belki de on binlerce kadını temsil eden, tanrıça Aset’tir. Tokanın tasarımına anlam katan ise, iki yanda yer alan tanrı Osirisi’in sembolü olan Djed direkleridir (Djed pillar). Bu sembol, Mısır’daki Philae tapınağı girişinin iki yanındaki kulelere, yani Uzak Doğudaki volkanik depremlerdeki titreşim ölçümlerine ait verilere de işaret eder. Dolayısıyla betim, doğrudan Malakka Kurtuluş kapılarına gönderme yapmaktadır.[420] Kraliçe Hippolyte’nin büyülü kemerinin de Aset’in kemer tokasına benzer bir toka taşıdığı açıktır.  Ayrıca Kyrene sikkelerde de görüldüğü gibi, burası Apollon Karneios kültünün saygı gördüğü önemli bir merkezdi. Sonuçta Here’nin amacının yine, tüm dünya insanlarını son derece olumsuz etkileyen, ancak kültür yayılımı bakımından da tam aksine olumlu etkileri olan, geçmişteki Apollon Karneios (Marduk) ve hatta Zeus’un da ortak olduğu Büyük tufan olayının ardından başlayan Orthros ve Ergenekon’dan göç olaylarını ört bas ettirmeye, böylece Apollon’dan da öfkesini almaya yönelik olduğu ortadadır. Bu sırada ikinci derecede de olsa, olasılıkla yaptığı bir çapkınlık nedeniyle, olaya Zeus da dahil edilmiştir. Sonuçta, Hippolyte’nin kemerinin de, Mısır’da tanrıça Aset, Maya, Aztek ve İnka’larda tanrı Quetzalcoatl  ve Viracocha’nın kutsal kemerlerinde olduğu gibi, Uzak Doğu’da yaşanan olayların bir daha olmasını önlemek amacıyla bu kemer ya da tokanın, kutsal bir sembol haline geldiği anlaşılmaktadır. Erhat, bir Samos (Sisam) efsanesine göre, Perseus soyundan olan Admete Argos’ta tanrıça Here tapınağının rahibesiymiş.[421] Dolayısıyla, kötü yürekli tanrıça Herenin amacı ortadadır. Alkides, Amazonlar kraliçesi Hippolite’yi öldürüp kemerindeki tokayı Admete’ye getirdiğinde, toka Admete’nin değil, tanrıça Here’nin eline geçmektedir. Here’nin tokayı ne yapacağı da ortada. Tokayı yok ederek, insanoğlunun Uzak geçmişine ait bir sembolü daha ortadan kaldırmayı düşündüğü açıktır.
 
Buckle of Aset (İsis’in tokası) sembollerinden biri. Ortadaki kadın sembolü Aset, yanlardaki iki kule sembolü ise Djed direkleridir. Djed direkleri hakkında bir sorunumuz yok. Ancak bu direkleri, Philae tapınağından çıkış kuleleri, ortadaki Aset figürünün ise, Malakka kapılarından çıkan Orthros ve Erg-Enek-On halkını (kadınlarını-Khem kadınları) sembolize ettiği ileri sürülebilir. Djed direklerinin, İkiz yılanları durdurma sembollerini oluşturduğunu daha önce görmüştük. Bu nedenle, olayın Uzak Doğu’daki tektonik felâketlerle olan bağlantısı açıktır. Sembolü “The belt of İsis-İsis’in kemeri” bağlamında, İnka tanrısı Viracocha ve Aztek tanrısı Quetzalcoatl’ın kemerleriyle karşılaştırınız.[422]


 
Alkides, öldürdüğü Erymanthos yaban domuzunu sırtlamış, Eurystheus’a veriyor. Eurystheus yaban domuzunu görünce korkup bir fıçının içine saklanmış.
Theoi.com / Heracles the Great Hero of Greek Mythology: (www.theoi.com/greek-mythology/heracles.html).


  1. Ery>mant<hos bileşik kelimesinde Ery= lik, lık eki, Mant>tic= Kehanet veya peygamberliğe ait, şeklindeki anlamlarından, kelimenin “kehanetlik”, yani kehanete ait yaban domuzlarını içeren bir anlam taşıdığı anlaşılmaktadır. İÖ 3. binde Akdeniz ve Ege’de görülen yoğun göçlerin Uzak Doğu kaynağından hareketle Pasifik adalarına, oradan da Afrika’da Ethiopia, Mısır, Mezopotamya ve adalar yoluyla Anadolu ve Yunanistan’a kadar vardığı düşünüldüğünde, Erymanthos yaban domuzunun, İÖ 4000-3500 yılları arasında Orthros ve Ergenekon’da yaşanan büyük felâketin ardından, Sumatra ve Bali adaları yoluyla, yaban domuzlarıyla ünlü Komodo adasına, tektonik olayların burada da devam etmesi üzerine, buradan da Yeni Zelanda’ya kadar göç etmek zorunda kalan Patu-paiarehe’lerin, nihayet Akdeniz bölgesine ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu halk daha Komodo adasındayken, toprak altından gelen ses ya da titreşimlerden rahatsız olup, tıpkı Tüylü kotuz gibi, bu kez domuz sesleri ve tedirginliğiyle onları uyarmış olmalıdır. Dolayısıyla, yaban domuzlarının bu uyarısı, onların kâhin oldukları şeklinde değerlendirilmiş. Bu durumda, Here’nin bu kez de, geçmişte Komodo’da yaşanmış dönemle Patu-paiarehe’lerin (Anadolu’da Ethi adını almışlardır) kökenlerini, kökten yok etmeyi istediği ortaya çıkmaktadır. Zaten Troia savaşında Akha’ların tarafında yer alan Lapith’lerle, Pasifik adalarında İÖ 2000’lere (Kendi payımıza, bu kültürün en geç İÖ 3000’lere dayandığı kanısındayız) dayandırılan Lapitha kültürü arasındaki ortaklığın, sadece bir isim benzerlinden ibaret olmadığı açıktır.[423]         
  2. Kansu’ya göre insanın ilk varoluşu, Miosen veya gerçek at türünün (Equus stenonis) ortaya çıktığı Üçüncü zamanın son bölümü olan Pliosen değil, Orta Pliosen dönemidir.[424] Yaklaşık 10 myö’de ortaya çıkan “pleohippus”, atın ilk tek tırnaklı atasıydı. Bütün evcil atlar ise “Equus caballus” denilen cinsin üyeleridirler. Günümüzde, bu bölgede hayatta kalmayı başaran tek örnek, equus stenonis’ten oluşan ve “Przewalski” de denilen “Mongolion” vahşi atlarıdır. Mongolion’ların Gobi çölünde hâlâ daha yaşamakta oldukları, Colonel Nikolai Przewalski tarafından 1881’de keşfedilmişti. Mongolion türündeki kromozon sayısı, günümüz evcil at kromozomlarından yalnızca 2 kromozon eksiktir ve ayrı bir at türüdür.[425]  Günümüzde, Kazakistan’daki Işık (Issık) gölünün doğusunda, Mongolian vahşi atlarıyla aynı adı taşıyan Prjevalsk kentinin varlığı dikkat çekicidir. Alt Pleistosen’de ortaya çıkan atın önünde, buzul evreleri gibi zorlu bir dönemeç vardı. Elli bin yıl süren ilk Günz Buzulu evresinde, buzul üzerinde yiyecek bulamayan ve kuşkusuz soğuktan sakınmakta zorluk çeken atın, yaşam olanakları neredeyse yok denecek kadar azdı. Bu nedenle Chou Adamı, atı yaşadığı mağaraya alıp yaktığı ateşle onun ısınmasını ve arayıp bulduğu ot ya da geyik vb. hayvan etleriyle beslenmesini sağlamış olmalıdır. Bu olayın, insan-at arasındaki ilk yakınlaşmayı, dostluk ve ehlileştirmeyi sağladığı ortadadır. Otobur oldukları bilinen bu hayvanların Buzulların üzerinde ot bulamadıkları açıktır. Mitos ister istemez insanı etkiliyor ve bu dönemde aç kalan atların, belki insan eti değil ama zor durumda kaldıklarında, hayvan etiyle (geyik eti gibi) beslenmiş olup olamayacaklarını bile sorgulamak durumunda bırakıyor. Mongolion atlarının ilk tekerlekli arabalarla görüldüğü devir, Neolitik çağa işaret eden İÖ 5. bin başları, yani Yangshao ve çağdaşı kültürler zamanıdır. Bu dönemdeki Çin kayıtlarında, kuzeyden (İç Moğolistan ?) savaş arabalarıyla gelen insanlar tarif edilmiştir. Sonuçta, Alkides’in sekizinci görevi olan Diomedes’in atlarına ilişkin konu, Here’nin geçmişi silmedeki hırsını artık çılgınlık derecesine vardırdığının bir göstergesini oluşturmaktadır. Yani Yunanlılar öyle hünerliymişler ki, insan eti yiyecek kadar vahşi olan bu atları bile ilk kendileri ehlileştirmişler. Bu güç işi başaranlar olarak Yunanlıları göstermeye yönelik öykü, gerçeği bilmeyenler için, her tür varsayımların ötesine geçip, insan eti yiyen atlar olarak dayanaksız bir temele bile oturtulmuş.

a. Alkides, ağzında insan etine ait bir parça olan Diomedes’in bir atıyla mücadele ederken; b. Diomedes’in atları, bir insana saldırarak onu öldürmek ve sonunda da yemek istiyorlar.
a. Theoi.com / Heracles the Great Hero of Greek Mythology: (www.theoi.com/greek-mythology/heracles.html).



 
a. Seychelles adalarından, mitoslarda Geryoneus olarak geçen Namelle (Mahé), Praslin ve La Digue adaları; b. Geryoneus’un sürülerinden günümüze kalan sığırlardan biri, turistik taşımacılık yapan bir arabaya koşulmuş. a. (www.safaricamp.us/image/userfiles/maps/).
b. La Digue Island Official Website > La Digue Island > Introducing…: A short excursion on a slowly rolling ox-cart, punctuated by the ox-cart driver's …(www.ladugie.sc/la-digue...introducing-our-island.aspx).


  1. Alkides’e verilen bu görevle ilgili olarak, Erhat’ın konuyu yoğun çalışmalarının arasında araştıramamış olduğu ortadadır. Zira Batılılarla Yunanlılar gibi, o da hiçbir kanıta dayanmaksızın Cebelitarık boğazını, Alkides (Herakles) sütunlarıyla birlikte, Geryoneus sürülerinin adresi olarak gösteriyor. Ama tıpkı onlar gibi, bu adanın adını veremiyor. Sychelles (Şeysel) adalar grubunda yaklaşık 115 ada var. Ancak bunların en büyük üçü dikkat çekicidir. Bunlar Namelle (Mahé), Praslin ve La Digue adalarıdır. Grubun üçüncü büyük adasında yaşayan günümüzdeki sığırlar, taksilerin varlığına rağmen turist taşımacılığında hâlâ rağbetteler. Antik dönemdeyse, adanın başıboş sığır sürüleriyle dolu olduğu anlaşılıyor. Sychelles adalarından Mauritius’a kadar olan bölgenin volkanik bir alan oluşturduğunu, volkan lavlarının gezegenin kabuğuna doğru olan hareketleri sırasında, kabuğu zorlayarak sıcak ve eriyik halindeki kaya, kül ve gazları yüzeye doğru fışkırtmasından anlıyoruz. Bu faaliyetler sonucunda dışa atılan maddeler, krater etrafında birikintiler oluşturarak bir tepe, ya da zaman içinde dağ formu meydana getirirler.[426] Mascarene platosu, Sychelles ve Mauritius adaları arasında yaklaşık 2000 km uzunluğunda bir alanı kapsamaktadır. Karanın deniz içinde bir miktar çöküntüye uğradığı, uzaydan bakıldığında rahatlıkla görülebilmektedir. Buradaki 115000 km²’lik sığ deniz platosu, 8 m’den 150 m’ye varan derinlikler içerir. Bu derinlik, platonun bittiği noktalarda birdenbire 4000 m’ye ulaşır. Jeolojik yapının çekirdeği granit, mantosu ise bazalt ve kireç taşıdır. Aynı jeolojik görünüm, batıda Amirantes sırtlarına kadar uzanır ve Somali ile Mascarene düzlüğü biçeminde iki oluşum daha meydana getirir. Kireçtaşı, platformun üst kısımlarında mercan resiflerinin oluşmasına neden olmuştur. Bu durum, adaların bir zamanlar  bir bütün halinde olduklarına işaret etmektedir. Buna göre, 18000-6000 yıl öncesinde,[427] adaların bugünkü deniz seviyesinden en az 130 m daha yukarıda olduğunu söylememiz mümkündür.[428] Bölgenin bu jeolojik karakteri, bizlere aynı Çin’deki Datong, Yen-men ve Orthros’ta gördüğümüz, volkanların ağızlarını granit ve metal örtüyle kaplanmasına benzeyen Apollon Karneios olayını hatırlatmaktadır. Zaten Marduk gezegeninin Afrika’da Turkana gölünden, Çin’de Datong ve Yen-Men doğrultusunda yol aldığı çizgi düşünüldüğünde, Hint okyanusunda 6000 yıl öncesinde, yani İÖ 4000 civarlarında oluşan karni olaylarıyla örtüştüğü açıkça ortaya çıkmaktdır. Sonuçta, mitosların altında yatan önceki tüm gerçek olayları göz önünde tuttuğumuzda, Sychelles adaları ve yakın çevresinde de, tıpkı Réunion adasında olduğu gibi, üzerleri volkanik eriyiklerle kapanmış (karni’ye uğramış), uyuyan üç volkanın bulunduğu ortadadır. Seychelles’in üç ana adası ve yakın çevresinde yaşayan derin su yengeçlerinin, bugün bile taşıdıkları geleneksel Geryon quinguendens (deep-water crab) adı dikkat çekicidir.[429] Mitostaki “Geryon>eus” bileşik isminin başlangıçta, “Geryon” ve “Oke<anos” kelimelerinden “Geryonaos” şeklinde oluştuğu, Latinceye çevirisinde ise “Oceanus” ismi nedeniyle “Geryoneus”a dönüştüğü anlaşılıyor. Sonuç olarak, üç gövdeli Geryoneus adının Sychelles’in Namelle (Mahé), Praslin ve La Digue adlı üç ada ve üç volkanı temsil ettiği, ismin ise “Geryon” denilen derin-deniz yengeçlerinden geldiği ortaya çıkmaktadır.  Bu bağlamda, yukarıda değindiğimiz, Erhat’ın “Geryoneus” maddesinde bahsettiği Erytheia adasının yeri de, açıkça belirlenmiş olmaktadır.[430]
 
Alkides, üç gövdeli dev Geryon’la mücadele ediyor. Atina siyah figürlü vazo. Yaklaşık İÖ 6. yüzyıl. Louvre Müzesi. (www.theoi.com/Gigante/GiganteGeryon.html).
  1. Batı kızları Hesperid’lerin öyküsünde, Here’nin mitoslardaki yerine de tanık olmaktayız. Güya Here Zeus’la evlenirken, altın elmaları ona düğün hediyesi olarak almış [καλλίστ, "kallistē(i)].[431] Altın elmalar günümüzde Afrika’nın doğusunda Sudan Mozambik, batıdaysa Gabon, Kongo, Angola ve Namibya arasındaki bölgelerle, Madagaskar adası, Yemen’in güneybatı ucu, Kosta Rika, Panama, bir miktar Peru ve Arjantin’de yetişmektedir. İç kısmı, ülkemizin nezih meyvelerinden incire benzeyen ve Madagaskar elması da denen Altın elma, Afrika ve civarında Hydnoraceae-l’Hydnora esculenta-fruit of the earth (voantany) olarak biliniyor. Meyveyi önemli kılan asıl özelliği, Anadolu-Yunan kültürlerinde “hydria” denilen kap tiplerine, aşağıdaki resimde de karşılaştırmalı olarak görüldüğü gibi model oluşturduğu hakkındaki saptamamızdır. Bu durum, İÖ 3. bin göçlerinin Ethiopia kaynaklı olduğu, ancak nesiller sonrasında kökenin nasıl unutulduğunun en belirgin örneklerinden biridir. Şayet tanrıça Here akıllı olsaydı, kendisinin de Afrika’daki Madagaskar ve Ethiopia kökenine işaret edecek “Altın elma”ya, düğün hediyesi bile olsa, foyası meydana çıkmasın diye asla değinmezdi.

Sychelles’in Namelle (Mahé), Praslin ve La Digue adalarında yaşayan ve boyları 25-30 cm’yi bulan Geryon derin deniz yengeçleri (Deep-water crab).



 Madagaskar Elması olarak bilinen “Hydnoraceae-l’Hydnora esculenta-fruit of the earth (voantany), yani Altın elma’nın (kalliste)  doğada bulunuş şekliyle ikiye bölündüğünde, içindeki meyvesinin görünümü.[432]
a. Hydnora cf. Esculenta: (bibliofile.mc.duke.edu/gww/Berenty/plants/Hydnora-esculenta/-15k).



  1. Kerberos da, tıpkı Orthos gibi çok başlı bir köpek. Farklı olarak onun gibi iki değil üç başı var. Yani Hades bataklığında (Çin Sichuan’da Soğuk bataklıklar), üzerleri volkanik granit ve metal eriyikleriyle kapanmış üç volkan kraterini temsil ediyor. Alkides güya bu üç volkan’da bağlı olarak tutulan Theseus’u kurtarıp, volkanları da Eurystheus’a getirmiş. Mitos’ta bile volkanların taşınamayacağı anlaşılmış. Bu nedenle öykü, Eurystheus’un ödünün patladığı ve Alkides’in Kerberos’u Hades’e geri götürdüğü şeklinde bağlanmış.

Madagaskar elmasının (l’Hydnora esculenta-Altın elma) yeryüzünde yetiştiği bölgeler.[433]
Parasitic Plant Connection-Hydnoraceae: (www.parasiticplants.siu.edu/Hydnoraceae/index.html-13k). Uyarlama, Y. Atalay.



Hydnora esculenta’nın (Madagaskar elması) içini gösteren kesitle Hesperid’ler betimli bir Hydria kabının benzer formlarını gösteren karşılaştırma. Yalnızca, elmanın uzantılı ağız kısmından kesim yapılmıştır. I= Hydria; II= Hydnora esculenta; III= Esculenta’nın, kesilen ağız uzantısı.


Hesperid’ler Altın elma ağacının etrafına toplanmış, elmaları topluyorlar. Altın elmaların bekçisi ağaca sarılı yılan, onlara boyun eğerek elmaları toplamalarına izin veriyor.
Theoi.com / Heracles the Great Hero of Greek Mythology: (www.theoi.com/greek-mythology/heracles.html).


a. Alkides üç başlı Kerberos’la mücadele ediyor. Yılanların deprem sembolleri olduklarını burada da saptayabiliyoruz. Kerberos kızgın, öfkeli çığırışlarıyla ortalığı ayağa kaldırmış. Yuvalarından dışarı fırlamış yılanlar, tektonik olaylar nedeniyle etrafta kaçışıyorlar; b. Alkides, çift başlı Orthros’a yiyecek bir şeyler vererek, onu kandırmaya çalışıyor.
ERBzine 0671: Jungle Tales II: (www.erbzine.com/mag6/0671.html).


  1. Eurystheus’un, arka plânda Here’nin hileleriyle donanmış görev listesinde, Alkides’e verdiği vazifelerin tamamının Uzak Doğu ve Afrika kökenli olması ilgi çekicidir. Bu son ve geçmişi iyiden iyiye temizlemeye yönelik Augias’ın[434] ahırlarının temizlenmesine ait görev de Ergenekon’a, yani Türklerin İÖ 4. bindeki en eski kökenleri olan Tokar’lara aittir. Here’nin hedefi, yalnızca Âdem’i temsil eden Alkides’i küçük düşürmek değil, insanın geçmişine, Asya, Pasifik adaları, Afrika, Mezopotamya ve Anadolu halkları, dolayısıyla da Türklere yaptığı hakaretler on ikinci görevde en yüksek seviyeye ulaşmış ve en azından bu görevler çerçevesinde de sona ermiş gibi görünmektedir.  Öyküde adı geçen Alpheios ve Peneios ırmakları, kuşkusuz bir bölgeye atıfta bulunmaktadır. Bu ırmaklar, mitoslarda adları Pyriphlegeton (Phlegeton) ve Kokytos olarak geçen, günümüzde Çin sınırları içinde kalan Hoang-Ho ve Yang-Çe ırmaklarıdır. Orthros bölgesinden bu ırmakları  takip ederek Si Kiang (Mit. Styks) nehrine kadar uzanan alanlarda, en geç İÖ 4. binde Tokar Türkleri yerleşiktiler. İÖ 4000-3500 yıllarına tarihlediğimiz Apollon Karneios (Marduk) olayı ile birlikte, gezegenden kopan ateş toplarının, insanların başlarına yağmur gibi yağması, volkanların faaliyete geçmesiyle oluşan karada lâv ve denizdeki lamar akıntılarının yarattığı felâketin ardından kopan Büyük tufanın deniz suları, kuzeyde Gobi, batıda ise Tarım havzasına kadar uzanmıştı. Burada çanak oluşturan ve her iki havzada biriken sular, volkanlardan fışkıran katran (ham petrol), sele kapılmış yoğun bitki ve ağaç parçaları, çeşitli hayvan ve insan cesetleriyle dolmuştu. Zaman içinde oluşan çamur içindeki bu atıklar, çevreye zararlı gazlar salacak derecede çürümüş ve kokar hale gelmişlerdir. Öyküde “üst üste yığılan gübre” olarak nitelenen, burada ölen insan ve hayvan ölüleridir. Tanımlamanın, böylesine bir felâkete uğramış Geçmiş-göçmüşler için kullanılmış olmasını, insanlık onuru açısından son derece acımasız, insafsız ve hatta vahşi olarak nitelemekten başkaca bir ifadeyle adlandırılamayacağı açıktır. Zarara uğrayanlar düşman bile olsa, kullanılan tabirlerin yakışık almadığı ortadadır. Sonuçta, bölgenin temizlenmesinin Hoang-Ho (Mit. Pyriphlegeton) ve Yang-Çe (Mit. Kokytos)  ırmaklarının, artık katılaşan batak üzerinden, Himalaya yüksek platosundan doğan tertemiz sularıyla gerçekleştiği anlatılmak istenmiş. Alkides’in Âdem’i temsil ettiği ve mezarı olan Büyük Beyaz Piramit’in, Orthros’un güney yakınındaki kutsal alanda (temenos) ve X’ian’ın 140 km güneyinde bulunduğu düşünüldüğünde, atalarına ve geçmiş tarihlerine saygısı olmayan bir toplumun, Gökkuşağı gibi soyut bir kavramı temsil eden Here’ye neden taptıklarını anlamak, daha bir kolaylaşıyor. Öyküden edinebileceğimiz tek faydalı bilgi, Hoang-Ho ve Yang-Çe ırmaklarının, olasılıkla Büyük tufan sonrasında ve bazı bölgelerde yataklarını değiştirmiş olabilecekleridir.

a. Augias’ın ahırlarını temizleme işini bitirmiş Alkides, bir yere oturmuş yorgunluk şarabı içiyor. Şarap, arka fondaki asma yapraklarının varlığıyla belirtilmiş; b: Augias’ın ahırlarında tasvir edilen sığırlar, Uzak Doğu’daki felâketlerde ölen, tektonik olaylar ve Büyük seli insanlara böğürerek haber veren Tüylü kotuz’u temsil ediyor. Augias’ın ahırları denen Orthos ve Ergenekon kutsal topraklarının bir taraftan gübresiz kalıp bet bereketinin (Demeter bereketli topraklar bulmak için buradan ayrılmış) yitirildiği söylenirken, diğer tarafta üst üste yığılan gübrelerden bu topraklar kullanılmaz hale gelmiş deniyor. Dolayısıyla, burada çelişkili gibi görünen ifadeler, Büyük tufan sonunda, bölgenin Pyriphlegeton (Hoang-Ho) ve Kokythos (Yang-Çe) ırmaklarıyla temizlenmesine atıfta bulunmaktadır. Yunnan’lı ve Yunan’lı Çinliler, bu olaydan bin, bin beş yüz yıl sonra nüfusu azalmış Ergenekon ve Orthros topraklarına gelip yerleşebilmişlerdi.[435] a. ERBzine 0671: Jungle Tales II: (www.erbzine.com/mag6/0671.html).
b.Theoi.com / Heracles the Great Hero of Greek Mythology: (www.theoi.com/greek-mythology/heracles.html).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder