Olasılıkla Mouseion kültür evine görsel örnek oluşturabilecek, Ephesos Celsus kütüphanesi. (www.finkle.org/medcruise.htm).
Kütüphanenin yapımıyla birlikte, Ptolemaios I’in, Mıır’daki kitapları hızlı bir şekilde burada toplama çalışmalarına giriştiği bilinmektedir. Sonuçta toplanan kitap sayısının, yaklaşık olarak 40000 civarında olduğu sanılmaktadır.
Mısır’daki Philae tapınağı, mimari yapısı ve anlamlı içeriğiyle son derece ilginç bir yapıdır. Tapınaktaki en eski blokların 25. sülâleden (Ethiopian dynasty) kral Taharqa (İÖ 690-664) dönemiyle Amasis Khunimbre ( İÖ 570-526) ve Nectanebo I (İÖ 379-360) dönemlerinde yaptırıldığı saptanmış. Önceki bir çalışmamızda, bu tapınağın, Uzak Doğu’daki karni olaylarının ardından, Orthros ve Ergnekon halklarının Pasifik okyanusuna doğru yaptıkları göç yollarını gösterdiğini saptamıştık.[235]
Philae’nin ana yapısının etrafında, Aset (Ast-Eset-İsis)[236] tapınağı dışında, Hathor ve İmhotep’in birer şapeli de yer alıyor. Bunların bir kısmı Ptolemaios II (Πτολεμαῖος – Φιλάδελφος, Philadelphios, Ptolemy, İÖ 309-246), Ptolemaios III (Euergetes, İÖ 246-222), Ptolemaios V (Epiphanes, İÖ 204-181), Ptolemaios VI (Philometor, İÖ 186-145) ve Ptolemaios VIII. (Physcon, Euergetes II, 182-116) dönemlerinde yaptırılmış.
Leo von Klenze tarafından gerçekleştirilen Atina akropolis’i restitüsyonundan, genel görünüm.
Classical Athens – Wikipedia, the free encyclopedia: (en.wikipedia.org/wiki/Classical_Athens).
Büyük İskender’in Ethiopia ve Mısır merakının ardından, Ptolemaios I. Soter’in Mısır’daki kitapları bir araya toplama çalışmalarının ardından, Ptolemaios sülâlesinden yukarıda adları geçen diğer kralların, özellikle Philadelphios ismini tapınaktan alan Ptolemaios II’nin (Πτολεμαῖος – Φιλάδελφος, Philadelphios, Ptolemy, İÖ 309-246), bu tapınağa olan merakları, Büyük İskender’in araştırmalarının boşa çıkmadığını, kütüphanede toplanan kitaplarda, kökenleri olan Orthros ve Ergenekon’a ait bir takım veriler saptadıklarını göstermektedir.
İskender’in ölümünden sonra Ptolemaios sülâlesinin bu saptamaları, imparatorun, yanında bir Homeros olmadığı için ne kadar üzgün olduğunu söylemesinde son derece haklı olduğunu kan ıtlamaktadır. Bu durum, onun zeka ve ileri görüşlüğünün sınırını değil, sonsuzluğunun işaretidir. Zaten bunca yıl sonrasında, tarih sayfalarında yer alan parlak kişiliği de, bundan başka bir şeyin göstergesi olmasa gerektir. Her şeye karş ın, başarısında yine son derece aydın kişiler oldukları anlaşılan Makedonyalı komutanların zeka ve hünerlerini de yadsımak mümkün değilir. Bu kapsamda Ga zi Mustafa Kemal’i düşündüğümüzde, kültür, zeka ve ileri görüşlülüğün, Trakyalı Makedon’lara has bir özellik mi olduğu sorusu, aklına takılıp kalıyor insanın.
İskenderiye kütphanesinin içinden, olası dekorasyonunu yansıtan bir restitüsyon. Büyük olsılıkla Byzantion Mouseion’u da benzer bir görünümdeydi.
Gyllius’un, günümüzde yine bir kültür evi sayılabilecek Edebiyat Fakültesi’nin olduğu yerde bulunan Antik Mouseion’u Constantinus’a malettiğini, porfir sütun üzerinde yer alan epigramı seçmesinden anlıyoruz. Şöyle deniyor bu dizelerde:
“Philadelphion’daki porfir sütun üstünde:
bunu açığa vurur kamu anıtları,
eylemleri bunu kanıtlar.
O, Roma’yı bir Mouseion’la ödüllendirdi
ve yapının içine tanrısal imparatorun resmini yaptırdı.
Bu Mouseion, Mosa’lara hizmet edenlerin onurudur,
kentin süsü, gençlerin umudu, erdem tersanesi,
İyi insanlar için hazinedir”.[239]
Daha önce de değindiğimiz gibi, Procopius dışında pek çok yazar ya da sanatçı, eski bir yapı sonradan tamir veya restorasyon görmüş olsa da, sırf imparatorlara yaranabilmek amacıyla, o yapı sanki ilk defa o imparator tarafından yaptırılmış gibi gösterilmiş ve bu eğilim giderek gelenek haline gelmiştir. Burada olasılıkla, bu eğilimin ilk örneklerinden birine tanık olmaktayız. Zira Mouseion’u Constantinus yaptırmış olsaydı, tıpkı Zeus, Mnemosyne ve Mousa heykellerinin yerine nasıl kendi heykellerini koydurduysa, Mouseion’a da kendinin, annesinin, ya da oğullarından birinin adını koydurabilirdi. Ancak sanattan uzak asker kişiliği, bu tür hünerlere ne annesi ve ne de oğullarının sahip olmaması, onu bu tür bir davranıştan iyi ki alıkoymuştur. Aksi halde bugün, ne Zeus ve Mnemosyne, ne Mousalar ve ne de Mouseion hakkında bilgi sahibi olamayacaktık. Diğer yanda, zaten Mouseion’un Mousa heykelleriyle dip dibe olması, İonca olan ismine ek olarak, bu yapının Byzantion dönemine ait olduğunun en belirgin kanıtıdır.
Byzantion’daki Mouseion Pelasg, Leleg ve Kar’ların, dolayısıyla Anadolu halklarını temsil eden Byzantion’luların, artık kültürlerini yansıtabilecekleri güvenli topraklara ulaşmış olduklarının bir sembolü olarak Philadelphion’da inşa edilmişti. Mousa kökenli olup müze, ya da sanat ve kültür evi anlamına gelen bu yapı, ok gibi düz bir hat oluşturan Mese Leophoros caddesi sayesinde, doğruca Alkaios (Alkides-Âdem)[240] ve büyük olasılıkla da bunun kuzeyindeki eşi Hebei’nin ( ̀Ηβη= Hêbê) kutsal alanları tarafından korumaya alınan kent merkezi olan Byzantion surları (Topkapı saray alanı) içindeki akropolis’e ulaşıyordu.
Mouseion’dan sonra Opsopoleion’a (σψοπωλεîον- Bizans döneminde Augusteion, Ayasofya meydanı) kadarki bilgilerimiz, ne yazık ki yok denecek kadar azdır. Var olanlarsa sırasıyla, megiste nympheaion (Büyük çeşme), Plakoton forum’u (πλακωτός , Πλακωτόν- Φό ος, Phoros, Poros,),[241] Basilike (Basileios) stoa, Milion (Μίλιον, πλακωτόν τοũ Μιλίου),[242] Paralia agora, Tsoukanisterion ve Themis’in Evi’dir.
a= 18.11.2006 tarih, yerel saat 2:00:00’da İstanbul’da Aslan takımyıldızının konumu. Takımyıldızından ayrıntı ve Byzantion’a olası uyarımı: a, b= 1. Krater (Blakhernai-Ayvansaray); 2. Hydra (Brakhiolion-Yedikule); 3. Korvus (Philadelphion-Lâleli); 4 Leon I (Nemea aslanı) ve onu öldüren Alkides tapınağı; 5. Alkides’in eşi Hebei (Aya İrini kilisesi civarı); 6. Poseidaon tapınağı (Osman Hamdi Bey yokuşu doğu çıkışı civarı); 7. Demeter tapınağı (Gülhan parkı kuzey batısı); 8. Gaie tapınağı (Eugenios burnu-Sarayburnu); 9. Kore (Persephone) tapınağı (Topkapı sarayı doğu cephesi).
Megiste nympheaion (Μελίςτε νψμπηέιον, Cömert ve bol su, Büyük çeşme)
a. Patrona Halil hamamının içinden, günümüzdeki görünüm: A= Büyük olasılıkla, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde çokça tamir, tadilat ve restorasyon görmüş Nympheaion bölümünün su deposuna ait duvarlar; B= Byzantion döneminden kaldığı anlaşılan düzgün kesimli taş; C= Nympheaion’un büyük havuz bölümü; D= Osmanlı dönemi eklentisi duvarlar ve köşe mukarnasları üzerine yerleştirilmiş kubbe mimarisinin görünümü; b. Hamamın güneyden görünümü: A= Nympheaion megistos’un, arka bölümdeki su deposunun önünde bulunan, açık hava havuzu üst seviyesi; B= Büyük çeşmenin etrafını çeviren, yer yer Side Nympheaion’unda kullanılmış büyüklük ve cinsteki taş duvar.
Büyük çeşme, Mouseion kültür evinin doğu bitişiğinde, günümüzdeki Patrona Halil (2. Bayezid) hamamının bulunduğu yerdeydi. Çeşmenin önüne inşa edilmiş havuzun büyüklüğünü, daha sonra aldığı “Theodosius’un gölü” ünvanından anlıyoruz. Çeşme, “Su perilerine ayrılan yer” olarak da ün yapmıştı.[243] Bu anlam göz önünde tutulduğunda, Zeus’un Mnemosyne’den olma dokuz perisiyle olan ilintisi, açıklık kazanmaktadır. Eleutherion şenlikleri bu çeşmenin başında kutlanırdı. Nymphe’ler (NυμΦη, NυμΦαι= Nymphê, Nymphai) ve Mousa’ları temsil eden genç kızlar, çalgı çalıp şarkı söylerler, dans edip şiirler okuyarak eğlenirlerdi. Patrona Halil hamamının bulunduğu yere ulaşan suyun Valens su kemerleriyle olan yakın bağlantısı ortadadır. Çeşmenin Byzantion dönemindeki varlığı ve sahip olduğu bol su, eskiden Valens su kemerlerlerinin yerinde Byzantion kemerlerlerinin var olup olmadığı konusunda kuşku yaratacak cinstendir. Yani Valens, ya Byzantion’dan kalan ve artık kullanılmaz hale gelmiş eski kemerleri yıktırarak yeni kemerler inşa ettirmiş, ya da eski kemerleri restore ettirmiştir.
Çeşme ve önündeki havuzun cephe ve yan duvarları, olasılıkla Zeus, Mnemosyne, Mousa’ların yöneticisi olarak Apollon[244] ve oğlu Philammon ile dokuz Mousa’nın çeşitli figürleriyle işlenmiş, mermerden kaplama taş levhalarla bezeliydi.
Sonuçta, Philadelphion’da yer alan gerek Zeus, Mnemosyne ve Mousa heykelleri, gerekse hemen bunların yanında Mese Leophoros’a doğru uzanan Mouseion’la buna bitişik Megiste nympheaion üçlü sanat şaheserlerinin, çok zor, hatta olası dışı olduğu bilinse de, günümüze ulaşmamış olmalarına hayıflanmamak mümkün değildir.
Buradan Plakoton forum’una kadar, başkaca hangi yapıların bulunduğunu bilemiyoruz. Ancak bu forum’un, Philadelphion’un görkeminden hiç de aşağı kalmadığından kuşku yoktur.
Philadelphion’da, Mouseion Kültür evinin doğu bitişiğindeki Megiste Nymphaeion’u çevresinde kutlanan Eleutherios şenliklerinde, ellerindeki enstrümanlarını çalıp danseden, şiir ve şarkılar söyleyen Byzantion’lular, Mnemosyne’nin dokuz kızı Mousa’ları temsil ederlerken.
a, b. Side nympheaion’u. (www.turkishclass.com/picture_18724). Mousalar. (www.greekmyths-greekmythology.com/.../). (Uyarlama. Side Nympheaion’u örnek alınmıştır).
Gyllius, Constantinus sütununun tasviri ve Plakoton forum’una getirilişiyle ilgili bilgiler verirken şöyle diyor:
“Büyük Constantinus’un iyi icraatını yazanlar onun, yuvarlak, erguvan renkli defne dalı çemberlerle kuşatılmış, Kentin Bölgelerinin Eski Tasviri’nde purpurea (erguvan renkli) denilen, yaygın bir şekilde Roma’dan getirildiği söylenen sütunu, Plakoton adındaki foruma yerleştirildiğini; sütunun Yunanlıların plaks (levha) dediği düz ve geniş taşlarla kaplanmış olduğunu; aynı zamanda sütunun üstüne, gerek sanatla işlenişi gerekse olaganüstü büyüklüğü nedeniyle hayranlık uyandıran tunç heykelin konulduğunu anlatırlar....Heykelin eskiden Ilion Apollonu’nun tasviri olduğunu, Kutsal İmparator’un onu kendi adına ithaf ettiğini, heykelin başına, Efendi’nin (İsa’nın) bedenini kurtuluş çarmıhına rapteden çivilerden bazılarının yerleştirilmesini emrettiğini ve heykele şu sözlerin kazılmasını sağladığını söylerler:
Evrenin yaratıcısı ve sahibi, ey İsa,
sana adadım bu kenti, senin, krallık asası
ve gücü Roma’nın. Onu koru, esirge tüm kötülüklerden”[245]
Tarihçi, burada bize önemli bilgiler aktarmaktadır. Forum Constantini’nin, ilk olarak Constantinus tarafından kurulmadığı, burada daha önceden de “Plakoton forum’u”[246] adıyla anılan bir forum’un bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Zaten sütunun Roma’dan getirildiği söylentisi, imparatorun Roma’ya verdiği önemle yeni kurduğu Constantinopolis’e gösterdiği özenin, ona övgüler döşenen yazarların abartılı anlatımlarından başka bir şey olmasa gerektir.
Domni anselmo Banduri’nin 1711 tarihli gravüründe, Ayasofya’nın güneybatısında, üzerindeki çemberleriyle birlikte tasvir edilmiş sütun, Constantinus sütunudur. Gravür, sütunun kuzeye bakan tarafında yer alan ve mimari yapısı bakımından Constantinopolis Praitorionu tarzında olduğu anlaşılan bir yapının varlığını göstermesi bakımından önemlidir. Olasılıkla Constantinus Bouleuterion’una (senato) işaret eden yapı, Constantinus sütununu kuzeyden “ ] “ plânında çevrelemekte ve görünüşe göre sütun, bu planın güney ortasında yerleşik olarak görülmektedir.
Bouleuterion’un, kuzey uzantısının iki köşesinde, dörtgen plânlı olup ara yapılardan daha yüksek oldukları görülen iki kule arasında yarım yuvarlak beş adet kubbeli yapılar dizisi ile, doğu tarafında bu yapılara dik olacak şekilde güneye uzanan aynı tarzdaki üç yapının varlığını saptmamız mümkündür. Bu durum, “ ] “ şeklindeki plânın batı yönündeki güneye doğru olan uzantısının da doğudaki uzantı ile aynı simetri ve plânda olduğunu göstermekte olmalıdır. Porfir Sütun büyük olasılıkla, bu yapının güney uzantısında oluşan dikdörtgen plânlı meydanda, yani eski Plakoton ve yeni Forum Constantini’nin orta kısmında yer almaktaydı.
Yapı bu durumuyla, gerek Constantinopolis Praitorionu[247] ve gerekse Lampteron konağının plânına olan benzerliği nedeniyle dikkat çekicidir.[248]
Constantinus sütununundan biraz uzakta tasvir edilmiş olsa da, benzer bir yapıyı Coeck’in 1533 tarihli gravüründe görmemiz ilgi çekicidir. Gravürde, III. Tutmosis (Theodosius) Obeliski’nin solunda ve geri planda görülen abidevi yapı görüntü bakımından her ne kadar aynı olmasa da Domni anselmo Banduri’nin Constantinus Bouleuterionu’nu andırmaktadır. Ancak Banduri gravüründeki yapının Coeck tarafından abartılarak, ortada meydana yer verilemeyecek derecede büyültüldüğü, kuzeyde görülen yapı plânının aynen güneyde de tekrarlanarak orta kısmın tholos tarzında ve kubbeli olarak yükseltildiği anlaşılmaktadır.
Byzantion’un Plakoton forum’undaki (Çemberlitaş) porfir sütun üzerinde, tanrı Apollon’un süvari heykeli. Apollon, sırtında yay ve oktanlığındaki şangırdayan okları, sağ elinde ileriye doğru tuttuğu mızrağı ile, şaha kalkmış atı üzerinde betimlenmiş.
(www.turkeytravelplanner.com/.../cemberlitas.html). (Uyarlama).
Gravürdeki yapı bu haliyle Gyllius’un,: “Zosimos, eskiden Byzantion’un kara suru kapısının bulunduğu yerde Constantinus’un yuvarlak biçimde bir forum yaptırdığını ve onu, birbiri üstüne yerleştirilmiş iki katlı porticus’la çevirdiğini, Prokonnesos mermerinden yapılmış karşılıklı iki kemerli geçit inşa ettirdiğini, bunlar aracılığıyla eski kentten çıkıldığını yazar. Adı bilinmeyen yazar Constantinus’un okyanus benzeri daire şeklinde bir forum yaptırdığını söylerken Augustaion’u kasteder” şeklindeki anlatılarında ifade edilen yapı tasvirini hatırlatmaktadır. Dolayısıyla, Constantinus’un Okyanus benzeri yuvarlak forum’unun, yanlış anlama nedeniyle Çemberlitaş’ta betimlenmeye çalışıldığı açıktır.
Coeck’in bu tasviri gerçekleştirirken, kaynağını bilemediğimiz bazı gravürlerden yola çıkarak, Zosimus ve adı bilinmeyen yazarın yukarıdaki anlatılarına dayalı, hayali bir Constantinus forum’u tasvirini gerçekleştirmeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Tasvirin güneye bakan cephesinde, iki kule arasındaki yüksek kemerli geçit, Zosimus’un anlatılarına işaret eder görünmektedir. Yapının güneye uzanan duvarlarla tasvir edilmiş bölümü ise, Forum Constantini’nin meydanını göstermektedir. Forum’un ağaçlıklı bir bölgenin ardında ve oldukça yüksek bir yerde beimlenmiş olması ayrıca dikkat çekicidir.[249]
Forum Constantini hakkında Müller-Wiener şunları söylemektedir:
“Hellenistik ve Roma döneminde bölge nekropol işlevi görür. Bugünkü seviyenin ortalama 4 m daha aşağısında olan ve kısmen el değmemiş topraklarda bulunan mezarlar bölgenin en eski kullanım biçimini gösterir.
325-330 Arası
Yaklaşık 1,5 m yüksekliğinde toprak doldurulduktan ve eski nekropol düzlendikten sonra, Severus döneminden kalma sütunlu caddenin sona erdiği büyük kapının önüne Constantinus bir forum yaptırır. Forumun yuvarlak biçimi okyanusu tasvşir ediyor olmalıdır....Büyük plakalarla kaplanmış olan alanın (Πλακωτόν) iki yönünde de, forumun içinden geçen anacaddenin (Μέση →) bitimindepek çok heykelle süslenmiş giriş kapıları vardır. Antik anıtlarla süslü meydanda ikinci bir senato binasının yanında dükkanlar ve daha sonra pek çok kilise yer alır.
Bu yuvarlak mekanın ortasına 328 yılında (Patria’ya göre....Roma’dan getirilen) ve dokuz porfir kasnaktan oluşan
yaklaşık 50 m yüksekliğindeki Constantinus Sütunu (Çemberlitaş) dikilir. Beş basamaktan oluşan, dörtgen ve merdivenli bir kaidenin üzerinde imparator tarafından kutsanmış bir Sanktuar yükselir. Konstantinopolis’in tarihinde sembolik açıdan büyük önem taşıyan bu sütunun üzerinde imparatorun belki bir zamanlar altın yaldızlı, Helios biçiminde olan heykeli yer alır. Bu heykel hakkında birbiriyle çelişen pek çok efsane vardır. Heykelin ve sütunun altına, birbirinden farklı bilgi veren pek çok kaynağa göre hem pagan hem de Hıristiyan kaynaklı kutsal eşyalar, örneğin haç parçaları, Roma’dan getirilen Palladium, azizlere ait kutsal eşyalar yerleştirilmiştir. Parmaklıklarla çevrelenmiş basamaklı yapı ve Sanktuar’ı merasimlerde bir durak noktasıdır....Sütunun kaidesine azizlerin resimleri asılmıştır.
5.-6. Yüzyıllar
418 yılında sütun, alt kasnakta bir parçasının düşmesinin ardından, demir halkalarla güvenceye alınmıştır....Merkezi konumu nedeniyle sütun pek çok kereler kent yangınlarında zarar görür: 465 yılında....475....497- 498....509....512, 532, 582.... Bu arada forumun 532 yılında portikleri kısmen zarar görür. Heykelin karakteristik özellikleri de (Σφαίρα ve mızrak) 480 yılında ve ardından 542 yılında düşer....
9.-10. Yüzyıllar
I. Basileios’un (867-886) hükümdarlığının başlarında forumun sütunlu girişlerinden birine, imparatorluk zafer kutlamalarında önemli bir rol oynayan küçük bir Meryem Kilisesi (Θεοτόκος τοũ Φόρου) inşa edilir. Kilisenin civarında 931 yıllarında çıkan bir yangın....avluları Ψυχά’ya kadar yok eder.
12. Yüzyıl
542 ve 869 yıllarındaki depremlerde sütundan parçaların düşmesinin ardından 1105 yılında çıkan bir fırtınada Constantinus’un heykeli ve üç sütun kasnağı düşer....
Manuel I. Komnenos (1143-1180) sütunu yeniden yaptırır. Artık Korint bir sütun başlığı olan sütunun bir de kitabesi vardır. Ancak imparator heykelinin yerini bir haç almıştır.
13. Yüzyılın İlk Yarısı
Latinler 1204 yılında kenti yağmaladıkları gibi forumu da yağmalar ve Hera’nın büyük bir bronz heykelini götürürler....” demektedir.
Plakoton forum’uyla ilgili olarak yukarıda, Wiener’in Bizans dönemini kapsayan bilgilerine de yer verdik. Zira, pek çok konuda Wiener’le aynı kanıda değiliz. Her şeyden önce, bugünkü seviyeden dört metre aşağıdaki mezarlar, Byzantion döneminden de eski mezarlardır ve Plakoton forum’u, Hellenistik ve Roma dönemlerinde nekropol olarak kullanılmamıştır. Bunun kanıtı, Byzantion dönemindeki seviyesinde tekrar kurulmuş Constantinus forum’u taban seviyesinde toplu mezarlara rastlanılmamış olmasıdır. Ele geçen mezarlar ise, kiliselerin kutsal alanlarına benzer şekilde, burada eskiden mevcut Apollon ve porfir sütunun kuzeyinde olabilecek Athene tapınaklarının kutsal alanlarına gömülü rahip ve diğer çalışanlarına ait, geleneksel olarak organize edilmiş mezarlardır. Yazar, Porfir sütunun Roma’dan Constantinopolis’e getirildiğini söylerken, Constantinus’un, burada önceden bulunan porfir sütun üzerindeki süvari İlion, yani Apollon Helios (Phoibos) heykelini unutmuş görünmektedir. Sütun üzerine enlemesine bezeli çelenk motifi, yukarıda Didyma Apollon tapınağında da gördüğümüz gibi bir Anadolu motifidir ve Roma’da bir başka örneği yoktur. Diğer tarafta, Porfir sütun ve Didyma Apollon tapınağında saptadığımız aynı tipteki çelenk motifleri, bu tür bezemelerin Apollon’a özgü bir sembol oluşturduğuna da işaret eder görünmektedir.
Sonuçta, forum’un eski adı olan “Plakoton” isminden de anlaşılacağı gibi, Antik İstanbul’daki pek çok Bizans yapısında da olduğu şekilde, forum’un ilk olarak Constantinus tarafından yaptırılmadığı, Byzantion’dan Constantinopolis’e miras kaldığı ortadadır. Bize göre bu saptama, sütunun altına sonradan yerletirilmiş haç parçaları ve azizlere ait kutsal eşyalarla Roma’dan getirildiği söylenen Palladion’un yanında Byzantion’un pagan inançlarına ait kutsal eşyaların bulunması, porfir sütunun Roma’dan getirildiği savını çürütmekte, ve sütunla forum’un Byzantion dönemine ait olduğunun en güçlü kanıtlarını oluşturmaktadır.[250]
Zosimus’un, Constantinus’un okyanus benzeri yuvarlak forum’u hakkındaki anlatılarına karşın, yapıyı, Eski Kent’ten, yani akropolis’in kara surlarını oluşturan surlardan çıkıştaki bugünkü Bab-ı Hümâyûn’a koymayan Müller-Wiener’in bu konuda yanıldığı görüşündeyiz. Zira, Zosimus’un bu konudaki anlatımı çok yalındır. Yazar, buradaki okyanus benzeri forum’da yer alan iki kat portiko’lu forum yolu ile Eski Kent’ten çıkıldığını ve yaklaşık olarak bugünkü Babı Hümayun Caddesi’nde yer alan Severus portikosuna girildiğini çok açık bir şekilde ifade etmektedir.
Diğer yanda biz, “Plakoton” adının Gyllius’un dediği gibi forum’un tabanının, Yunanlıların “plaks= levha” dedikleri mermer levhalarla kaplanmış olmasından geldiği kanısında değiliz. Plaque kelimesi Lâtincede süs tabağı, madeni levha veya rozet anlamlarını taşıyor. Dolayısıyla, tıpkı Didyma Apollon tapınağı sütunlarında olduğu gibi, sütun üzerindeki spondylos’ların (omur, kasnak) birleşim yerlerini örten kesimlerine yerleştirilmiş akanthos yapraklarıyla süslü bileziklerden her biri tek parça halinde ele alındığında bunların, etrafı çelenkle süslü birer tabağa benzer plaque oluşturduğu ortaya çıkmaktadır. Plaque’nin yukarıdaki karşılıkları içinde yer alan levha kelimesi, akant yapraklı bezemelerin altındaki spondylosların birleşim yerlerini, süs unsurlarından öte, teknik bakımdan her bir omuru bir diğerine sağlamca tutturarak, sütunun dikey durmasını sağlayan metal levhalar bağlamında, sütunun teknik donanımıyla bağdaştığı açıktır. Tüm bunlara ek olarak, üzerleri yapraklarla süslü bu bilezikleri çizime dökecek olursak, daire şeklinde çizeceğimiz yuvarlak şeklin etrafına bu süslemeleri koymamız yeterlidir. Bu durumda ortaya çıkacak olan şeklin, bir rozeti oluşturacağı ortadadır. Yani Plakoton forum’una bu adı veren, forum’un tabanına döşenmiş plaks şeklindeki mermerler değil, bizzat sütunun sahip olduğu gövde süslemeleridir.
Sütunun Roma değil, Doğu kültürü kaynaklı olduğunu Gyllius, çok yerinde bir şekilde ve açıkça belirtiyor. Tarihçi önemli satırlarında, sütun hakkında şunları söylemektedr: “Athenaios, bu sütunla benzerlik gösteren sütunları tasvir ederken, Mısır’da silindir biçimli yuvarlak sütunlar dikildiğini; sütunların kimi siyah kimi beyaz renkte ve almaşık olarak yerleştirilmiş bileziklerden oluştuğunu; sütun başlıklarının benzer şekilde yuvarlak olarak dikildiğini ve bunların hepsinin etrafını, kalathos[251] adı verilen oyma gonca güllerin kuşattığını anlatır. Yunan usulü eserlerdeki gibi ne yiv ne de onları kuşatan sert yapraklar vardır. Buna karşılık genç lotus ağacı ve palmiye meyveleriyle arada bir yer alan çok sayıda çiçek türü yontulmuştur. Eteğin altına sütun başlıklarının birleşme yerindeki bilezik üstünde çıkıntı yapan ciborium,[252] çiçeklerle ve yapraklarla ayrılmış olarak benzer düzenlemeye sahiptir. Mısırlılar sütunlarını böyle yaparlar”.[253] Bu sözlerde ilgi çeken, Athenaios[254] ve Gyllius’un bile, daha o zamanar Anadolu-Yunan sanatını etkileyip var eden kökendeki kültürü sezinleyebilmiş olmalarıdır. Burada Antik dönem sanatı için öğrendiğimiz en önemli unsur, bu çelenklerin bereketi sembolize ettiğidir. Dolayısıyla, Didyma Apollon tapınağındaki çelenkle, Procopius’un Eugenios burnuna (Sarayburnu) yerleştirdiği çelenk de, İstanbul’un kuruluşuna izafeten bir zafer işareti yanında, bereketi de sembolize ediyordu.
Dolayısıyla bu sütuna, gelenek ve alışkanlıklarımızı bir kenara bırakıp halkın kanıksamasına da göğüs gererek, her şeyden önce gerçek olan ismiyle “Plakoton sütunu” dememiz, aslına daha uygun, doğru ve bizlere ait yerinde bir tanımlama olacaktır.
Pallas Athene Sütunu?
Constantinus’un Byzantion’a yerleşmesinin ardından, Philadelphion’daki iki sütun üzerinde bulunan Zeus ve Mnemosyne’nin heykellerini kaldırarak, bu heykellerin yerine kendisi, annesi ve oğullarının Tetrarkh heykellerini koydurduğu açıktır. Bu dönemde, Philadelphion’un ardından doğuya doğru ilk yer alan forum, Plakoton forum’uydu. Öyle görünüyor ki, Constantinus bu forum’da bulduğu üzerinde İlion Apollon heykeli olan, spondylos’ların araları çelenk motifleriyle süslü[255] çemberlerle kapatılmış sütunun üzerindeki süvari heykelinde, Apollon’un başı yerine kendi başını yerleştirmişti.[256]
Buna göre, sütunun üstündeki İlion (Troia) Apollon kültüne ait heykelin tamamen ortadan kaldırılıp yeni bir Constantinus heykelinin yaptırılmadığı anlaşılmaktadır. Bu durum, Constantinus’un eski eserlere olan hayranlık ve korumacılığını ya da Constantinopolis’teki Apollon kültünün ağırlığı nedeniyle, çok beğendiği heykelle kendini özdeşleştirmek isteğine işaret etmekte, fakat benzer konularda olduğu gibi, tutumluluğunu asla göstermemektedir. Bize göre ana neden daha çok, önceden dikili olan sütun üzerindeki heykelin, raptedildiği yerden sökülüp, toprak seviyesinde yere indirilmesindeki zorlukla birlikte, yeni yapılacak bronz süvari Constantinus heykelinin, dikili bir sütun üzerine yerleştirilmesi tekniğinin henüz geliştirilmemiş olmasıdır. Bu tür sütunlara heykeller, sütun henüz yerde ve yatay durumdayken raptediliyor, daha sonra yerine, adına ahşap çark diyebileceğimiz makinalara urganlarla bağlanıp yine insan gücü yardımıyla çekiliyor, son aşamada, dikileceği yere varan sütunlar, tepe noktalarına sıkıca bağlanan urganlar ve yine çark ve insan kuvveti kullanılarak yerlerine dikiliyordu.[257] Constantinus, şayet Plakoton sütunu Byzantion dönemindeki yerinde dikili olmasaydı, Roma’dan gelen sütun üzerine önce kendi süvari heykelini yaptırıp, ondan sonra tamamen kendi kimliğiyle Plakoton forum’una diktirirdi. O zamanlar vinç denilen bir aletin olmadığı düşünüldüğünde, imparatorun, sadece çok daha hafif olan Apollon başını değiştirip sütun ve heykeli kendine maletme konusunda bulduğu çare, onun zekasını göstermesi yönünden, övgüye değerdir.
Byzantion’daki İlion Apollonu’na ait bu süvari heykeli ve sütunu, büyük olasılıkla Megara’lıların Troia’ya olan saygılarının bir ifadesiydi. Bu saptama, Troia-Akha savaşı hakkında Byzantion’luların hangi tarafı tuttuklarına ve Athene’nin Palladion heykeline olan saygılarına işaret etmektedir.[258]
Aegis, tanrıça Athene’nin heykellerinde, onun göğsüne bir plak (πλακωτός, Πλακότον-plakoton) biçiminde betimlenmiş yılanlar ve Gorgo’larla süslü bir atribüydü (simge).[259] Yılanlar, volkan sembolleri; Gorgo başı ise, Uzak Doğu’daki Tüylü kotuz’un (Mısır’da Hapis, Hapi-ankh, Apis öküzü) volkanik lamar içindeki ölüm anını gösterir sembolüdür.[260] Bu çerçevede, Plakoton forum’unun, Byzantion döneminde tanrıça Athene’ye de adanmış bir forum olduğu varsayılabilir bir olasılık olarak görünüyor. Dolayısıyla biz, burada bir de Athene tapınağının bulunduğu kanısındayız. Ancak, bu konuda hiçbir bilgi ya da belge edinemediğimizden, bu tapınağı harita üzerine yerleştiremedik. Her şeye karşın konu, araştırmaya değer görünmektedir. Varsaydığımız Athene tapınağındaki palladion heykelini, Athene Lemnia ya da Velletri Athene’si şeklinde imgelememiz mümkündür[261].
a. Temsili olarak Romalı bir askeri, askeri donanımlarıyla gösteren resimde, ancile (yumurta biçiminde oval kalkan), miğfer, göğüslük zırhı ve mızrağıyla birlikte görüyoruz.; b. Tam olarak bir Roma ancile’si. A. Savaşırken, kılıç tutan kolun rahat hareket etmesini sağlayan oyuklar.
a. (www.stronghold-knights.com/site/index.php?nam...). Uyarlama.
Gyllius, çok merak ettiği bu heykeli, Constantinus’un nereden ele geçirdiğini bilmediğini, bunu Romalıların dahi bilmediklerini belirtiyor. Romalı yazarlara göre heykel, Lavinium’da[262] korunup daha sonra Roma’ya getirilerek Vesta[263] tapınağına konmuştu. Yunanlı yazarlardan Pausanias’a göre, akropolis’te tüm meclis toplantılarında, salona girmeden önce ona tapınılmaktaymış. Eser, tahtadan mı, tunçtan mı, küçük mü veya sadece bir kalkan mı? olduğunun tartışma konusu yapıldığı bir heykeldi. Bazılarına göre, Roma ancile’leri[264] gibi kalkan, Dion ve Diodoros’a göreyse, 1,33 m [265] yüksekliğinde, tahtadan yapılmış bir heykeldi.
Ancak, “ancile” benzetmesinde bir çelişki olduğu açıktır. Palladion bir ancile idiyse, o zaman ancile bir Roma kalkanı değil, Troia kalkanı olmalıdır. Ya da, İÖ 9. yüzyılda Troia’da ancile diye bir kalkan yoktur, dolayısıyla da Palladion bir ancile değildir.
“Palladion” kelimesinin yazılışının Yunanca olması olasılığı yüksektir. Troia, dolayısıyla Anadolu İon’casında yazılımın “Pallation” şeklinde olduğu kanısındayız. Bu durumda, Triton’un kızı Pallas’la genç Athene, Tritonis gölü (Victoria gölü) kıyısında savaş oyunları oynarlarken, Athene’nin bir kaza sonucunda Pallas’ı istemeyerek yaralaması sonucunda, onun ölümüne neden olmasından dolayı, ona tıpkı benzeyen bir heykelini yaptırıp aigis kalkanını giydirmiş. Heykeli Olimpos’ta Zeus’un hemen yanı başına dikmiş.[266]
Her zamanki gibi, öykünün Uzak Doğu kökenli Pallas’ı yok edip, onu Athene’yle bütünleştirmek için kurgulandığı ortadadır. Ancak öyle çelşkiler vardır ki, öykülerde, köklü bir geçmişi olan şamanizme dayalı inançlardaki pek çok ayrıntıdan izleri yok etmek mümkün olmamıştır. Örneğin sis tanrıça Pallas öldürülmüş, fakat Athene’nin, Tritonis gölü civarında yaşayan Phaiak ülkesindeki kenti olan Skherie ve buradaki ünvanı olan “Tritogeneia”, yok edilememiştir.
Bu çerçevede “Palla>tion” kelimesindeki ilk iki hece, sis tanrıçası Pallas’ı; “tion” eki ise, İonca kökenli olduğu anlaşılan, ancak Latinceden bildiğimiz ve sonek olarak kullanılan “-meklik, -maklık” anlamını taşıdığı ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla ismin tamamı, “Pallaslamak”, yani “Athene’yi Pallas yapmak”, “Pallas haline getirmek”, “ona “Sis” ünvanını da yüklemek” gibi bir anlama gelmektedir. Bu ifade, daha sonraları Bizans’ta “palation”, yani saray anlamıyla bütünleşecek, Cumhuriyet dönemindeki İstanbul’da, görkemli bir çok otel ve apartmanlara verilen “….. Palas” adıyla günümüze kadar devam eden bir süreci kapsayacaktır.
Bu kapsamda, bundan sonraki ifadelerimizde, “Palladion” yerine, ismin kökenini oluşturan “Pallation” isminin kullanmamızın, daha doğru olacağı kanısındayız.
Pallas’ın, Troia’yı koruduğuna inanılan tahta heykelinin, Odysseus ve Diomedes tarafından Troia’dan çalındığını belirten efsaneye göre, bir başka Pallation’un da, Aineias tarafından Roma’ya götürüldüğü söylencesi oldukça yaygındır. Bir çok şehir ve bu arada Roma da bu heykele sahip olmakla övünürdü. Constantinus’un Eski Roma’dan Yeni Roma’ya taşıdığı pek çok eser arasında, herhalde Athene Pallation da olmalıdır. Şayet böyle ise, söylencenin doğru olduğu, iki Pallation’un bulunduğu, ve ikinci Pallation’un Aineias tarafından Roma’ya, Constantinus tarafından da 324-337 tarihleri arasında Roma’dan Constantinopolis’e getirildiği ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Gyllius’un, Pallation merakında ne kadar haklı olduğunu görüyoruz.
a. Staatliche Museum’da Athene Lemnia heykeli. Phidias: 1= Gorgo başı; 2= Uzak Doğu’da karni olayını yaratıp Gorgo’nun (Tüylü kotuz) ölümüne neden olan İkiz yılanlardan Oxus’un (Naja naja oxiana, Wadjet) derisi; 3= Athene’nin mızrağı; 4= Ünlü miğferi; b. Yaklaşık 1. yüzyılda “Pallas Velletri” heykeli. Musée du Louvre, Paris, Fransa: 1= İkiz yılanlar; 2= Gorgo başı.
a= (commons.wikimedia.org/wiki/File:Lemnia_torso0...) + (www.mlahanas.de/Greeks/Arts/Classic3.htm). Uyarlama; b= (www.theoi.com/Gallery/S8.8.html).
Yazar, Pallation’un adını Pallas’tan almış olabileceğine değinirken, Procopius’a geçmekte ve onun Roma’da Athene (Minerva) tapınağında gördüğü heykelin Yunan yontusu olmadığına tanıklık ettiğini ifade etmektedir. Heykelin Roma yontusu da olmadığı açıktır. Buna göre Troia’daki heykelin bir Mısır yontusu, ya da bundan da daha eski bir döneme, yani Ethiopia yontusu olabileceği anlaşılmaktadır. Heykel, Troia’lılar için bu kadar kıymetli olduğuna göre, çok eski bir tarihten kalmış olabileceği ihtimali ortaya çıkmaktadır. Buna göreyse, sonuncu olasılığın ağırlık kazandığı ortadadır. Tarihçi, heykelin Yunanlıların ifadelerine göre mızrak, miğfer, göğsünde Gorgo ve aegis’ini nasıl anlattıklarına yer verirken, Pallation ile ilgili açıklamalarına, yaptığı bir espriyle son vermektedir.
Gyllius’un Procopius’u, onun Roma Athene (Minerva) tapınağında gördüğü Pallation’un Yunan yontusu olmadığı konusunda şahit olarak göstermek istediği anlaşılıyor. Ancak, Pallation’u gerçekten Constantinus almışsa, bunu 324-337 yılları arasında gerçekleştirmiş olmalıdır. Roma’daki Athene tapınağı rahipleri de, doğaldır ki heykelleri ellerinden gittikten sonra yapmak zorunda kaldıkları yeni heykelin, artık Mısır (?) yontusu olamayacağı açıktır. Dolayısıyla, olaydan yaklaşık 163 yıl sonra Romaya giden Procopius’un (500-565), gördüklerinin doğru olduğu anlaşılmaktadır.
Sonuç olarak, yukarıda yer alan ifadeler çerçevesinde, Constantinus’un pek çok eser arasında, Pallation’u da, Roma’dan Constantinopolis’e getirdiği gerçek gibi görünmektedir.
Eski Plakoton forum’unun yerine yaptırılan Forum Constantini’yi, Porfir sütunun merkez kabul edildiği geometrik bir sisteme oturtmanın hiç de farklı bir durum yaratmayacağı ortadadır. Zira kentin bundan sonraki gelişiminin, Byzantion’u yaratanların ortaya koyduğu eski plânın ilk uygulamaları ve buna ek olarak yine eski plâna uygun yeni inşaatlar çerçevesinde oluşturulmuş olduğu ortadadır. Yani kent, Constantinus’un her hangi bir plân yapmasını gerektirmeksizin, Byzantion döneminde tüm Suriçi bölgesi için kurgulanmış bir plân çerçevesinde gelişmiştir. To mega palation (Büyük saraylar) yapılarından Constantinus tarafından inşa ettirilen Magnaura (Mag aura), Khalke ve Daphe sarayları ile Constantinus surları, bu plânın belirgin özelliklerini taşıyan yapılar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Diğer taraftan, Constantinus surları da dahil olmak üzere, kentin Byzantion’dan kalan plânında hazıra konulduğu, plânın, Vitruvius’ta da açıklandığı şekilde, kentin imarcıları ve decempedāt-or[267] denilen memurlar tarafından daha önceden ölçümlenerek bir kenarda (arşiv) hazır tutulduğu olasılığı, uzak bir ihtimal olmasa gerektir. Buna göre, kentin plânlamasında ölçüm noktası, Forum Constantini yerine Altın Milion’dan başlamış olabilir. Bu durum, dikilitaşın, Asya göçlerinden sonra ikinci çıkış merkezi olan Ethiopia’yı da göstermiş olabileceği varsayımı yönünden, bize göre en güçlü olasılıklardan biridir.
Bu noktada Gyllius, Procopius’tan yaptığı bir alıntıda:
“Maleventumlular[268] (Beneventum) Ilion’dan gelen Aeneas’la[269] karşılaşan Diomedes’in[270] ona....Athena’nın heykelini verdiğini; Diomedes’in bu heykeli Ulixes[271] ile birlikte, Yunanlıların Troia’yı nasıl alabileceklerini sormak için gittiklerinde Odysseus’un yardımıyla Troia’dan kaçırdığını söylerler.... hastalanan Diomedes’in, iyileşmek için kehanete baş vurduğunu, kendisine, heykeli Troialı adama vermedikçe iyileşemeyeceğinin bildirildiği” hakkındaki kehanete yer vermektedir.
Gyllius, anlatımının devamında, bu kehanetle ilgili olarak, Athene heykelinin Tykhe (Fortuna)[272] tapınağının doğuya bakan tarafında, Minerva[273] heykelinin önüne yerleştirildiğini söyleyerek taştan yapılmış heykelin cenkçi görünümünde, savaşır gibi mızrak fırlatmakta ve uzun giysili, yüzünün Yunan değil Mısır tarzında yontulduğunu söylemektedir.[274] Byzantion’lular bu heykeli Constantinus’un kendi adını taşıyan forum’a gömdürdüğünden bahisle, Zonaras ve Procopius’un sözlerinden, Plakoton forum’u ile Forum Constantini’nin aynı forum olduğu anlaşılır dedikten sonra şunları söylemektedir: “Bu bilgi göz ardı edilmemelidir, çünkü onsuz[275] kentin dört bölgesinin ve özellikle kentte çıkan yangınlarla ilgili bilgi edinmek mümkün değildir” diyerek, yangın anlatımları sırasında aranacak ya da yanlışlıkla bir başka yere yerleştirilecek Plakoton forum’unun, bilgileri nasıl yanlış yönlendirebileceğini, çok da haklı bir biçimde saptamaktadır.
Kendi payımıza, Constantinus’un kentin bir yerine diktirmeyeceği bir heykeli Roma’dan İstanbul’a kadar taşımış olması, onun zekasına yakışmadığı gibi, son derece de akıl dışıdır. Büyük olasılıkla Plakoton forum’una gömülmüş olabilecek bu heykel, Plakoton forum’unda, Apollon tapınağıyla karşılıklı, yani forum’un kuzeyinde yer almış olabilecek Athene tapınağının varlığına işaret etmektdir. Biz heykelin, tapınağın yıkımından sonra Constantinus tarafından buraya gömdürüldüğü inancındayız. Eğer bu saptamamız doğruysa, heykelin hâlâ daha Çemberlitaş sütunu civarında bir yerde gömülü durumda kaldığı ortadadır.
“Plakoton forum’u” adının, Athene’nin göğsünde yılan derisinden bir plaka (plaque) halinde bulunan atribüsü Gorgo başıyla da örtüştüğü açıktır. Sonuçta, Byzantion döneminin bu önemli forum’unda, Constantinus’a burada bir heykelinin dikimi konusunda ilham veren Phoibos Apollon heykeli yanında, Pallas Athene heykelinin de katkısı olduğu anlaşılmaktadır.
Wiener, Forum Constantini I’i (Phoros-Çemberlitaş), Constantius’un ilk forum’u olan yuvarlak forum’u (Forum Constantini II, Okeanos biçimli forum) olarak nitelendirmiş ve tabanının büyük plakalarla (Пλακωτόν-mermer plakalar) kaplanmış olması nedeniyle de, aradaki ses benzerliğine dayanarak buranın Plakoton forum’u olduğunu savlamıştır. Forum’un adının doğru olarak saptandığı açıktır. Ancak ismin, yerde plaka halindeki mermer kaplama taşlarından gelmediği ortadadır.[276]
Milion (Μίλιου, πλακωτόν τοũ Μιλίου - Altın Milion)
Gyllius Milion hakkında şöyle diyor: “Altın Milion, tüm varış noktalarına olan yol boyunun başlangıcına işaret eden yaldızlı sütundur”. Yazar böyle diyerek, mil taşının bir sütun şeklinde olduğunun tarifini vermekte ve devamında şunları söylemektedir: “Plinius, başlangıç noktasını gösteren mil taşının, Roma Forumu’nun başına dikildiğini söyler; İstanbul mil taşının (Milion) Roma’dakinin benzeri olup olmadığını hiçbir Yunanlı yazar açıklamadığı gibi adını bilen de yoktur, sadece eksik haliyle anılır ve tepesinde yer alan heykellerden söz eden birkaç yazar bulunur. Ben yine de, olabildiğince Eski Roma’ya benzetilen Yeni Roma’da Milion’un, yapı ve bulunduğu yer açısından Roma’dakine benzediğini düşünüyorum ve kaynaklara bakarak onun forumda ya da yakınında olduğunu kanıtlayabileceğimi sanıyorum”.[277] Tarihçi, kanıtlarını önceden bulduğu anlaşılan bir ifadesinden sonra, açıklamalarına devam etmektedir.
Matrakçı Nasuh’un İstanbul Manzarası adlı minyatüründen kesit: 1= Ayasofya camii; 2= Zeus Hippios tapınağı. Oktagonon (Güngörmez camii); 2a= Kryptoportiko üzerinde yer alan ve olasılıkla Ekklesia’nın toplantı yeri olan Pnyks’i; 3= Altın Milion sütunu; 4= Basilike stoa ve kisterne’si (sarnıcı); 5= Lampteron konağı ve Ta Lausou Oikos; 5a= Lampteron konağının, Basilike stoa, Altın Milion ve Hippodromos’u geceleri aydınlatan lamp’ı (ışık kaynağı, lâmbası).
Gyllius, Milion’un yerini tam olarak bilememekte haklıdır. Bugün Heksamon’un (Ηεκσαμων-Su terazisi) güney bitişiğinde görülen ve büyük olasılıkla Milion olduğu tahmin edilen mermer kalıntı, 1967-1968 yıllarında Fıratlı ve Ergil tarafından yapılan kazılarda ortaya çıkarılmıştır.[278] Eser, kuzey-güney doğrultusunda dikdörtgen bir kaide üzerindedir. Oldukça büyük bir tahribattan arda kalan kısımlarında, iki yanda düz kesimli kenarlarının yüksekçe bir çerçeve oluşturacak şekilde silmelerle süslü olduğu görülüyor. Bunun içinde mevcut kenet deliklerinden sütuna, Kolossos’ta (Örme Sütun) olduğu gibi altın, pirinç, bronz ya da tunçtan yapılmış olabilecek yuvarlatılmış plakslar (levha) aplike edilmiş olmalıydı. Kaideye yakın kısımda, mevcut tahribata rağmen arda kalmış bölümünde görülebilen yuvarlak kesimden, sütunun elipsoid plânda olduğu kanısı edinilmektedir. Bu plânın, sütunun doğu ve batı yüzüne yerleştirilmiş olabilecek bir takım kabartma betimlere, yer kazandırmak üzere tercih edildiği kanısındayız. Örneğin, ayağına talarislerini (kanatlı ayakkabı) giymiş Hermaios vb gbi.
Matrakçı Nasuh’un 1509 tarihinden önceye ait olduğunu saptadığımız “İstanbul Manzarası” adlı eserde, Basilike Stoa ile Lausos Sarayı arasında dikili olarak görülen sütun, büyük olasılıkla Altın Milion’dur.[279] Tasvirdeki sütun, Fıratlı ve Ergil tarafından bulunan kalıntılara benzer şekilde kuzey-güney doğrultusunda dikdörtgen ve beyaz renginden anlaşıldığı kadarıyla, mermer bir kaide üzerinde yer almaktadır. Üst bölüme doğru hafifçe daralan bir yapısı olan sütunun Porfir sütun olmadığı, üzerinde çemberlerin tasvir edilmemiş olmasından ve yukarıya doğru hafifçe daralan özelliğinden dolayı, kolayca anlaşılmaktadır. Phoros’taki[280] Plakoton sütununun hiçbir tasvirde çemberlerinin tasvir edilmeksizin gösterilmediği göz önüne alındığında, eserinde oldukça ayrıntılı olarak çalıştığı anlaşılan Matrakçı’nın, Porfir sütunu, bu özelliğinden yoksun olarak betimlemiş olması olanaksız görünmektedir.[281]
Diğer tarafta minyatürde, Topkapı sarayı, Bayezid camii, Fatih camii, Sultan Selim camii ve camiye çevrilmiş Hagia Sophia (Ayasofya camii), ile aynı işlemleri görmüş diğer kiliseler dışında ve genel anlamda, tamamen Bizans mimarisi özellikleri gösteren eserin, Constantinopolis’in fethinden elli altı, Fatih’in ölümünden ise yalnızca yirmi sekiz yıl sonrasında kaleme alınmış olması,[282] bu ihtimali oldukça destekleyici bir kanıt olarak karşımıza çıkarmaktadır.
Sonuç olarak gerek mimari yapısı ve gerekse adres itibariyle, tüm yolların başlangıcını gösteren eserdeki sütun tasviri, büyük olasılıkla Milion’a işaret etmektedir.
Altın Milion’da yer alan heykeller, Milion tetrapilon
Gyllius daha sonra şöyle diyor: “Burası Hipodrom’a ve bir zamanlar Augustaion adı verilen Ayasofya yakınlarındaki Forum Cuppenidis’e (lezzetli yiyecek, çerez çarşısı) yakındır. Bu sözlerden Milion’un foruma yakın bir yerde olduğu anlaşılır....”. Tarihçiye göre “Aleksios Komnenos’un başarılı icraatını anlatan yazarlar....” dediği yazarlardan alıntı olduğu anlaşılan bölümde, Augusteion’un “Forum Cuppenidis” olarak adlandırılmış olması dikkat çekicidir. Yazar Milion’un yeri (Milion tetrapilon olmalıdır) konusunda kesin sonuca ulaştığını düşünerek, burada yer alan heykellerin anlatımına geçmektedir.
Bu satırlarda yazarın, Milion’un Roma forum’una yakışır bir Byzantion ya da Constantinopolis forum’u aradığı anlaşılmaktadır. Augusteion forum’u için, bir zamanlar lezzetli yiyecek ve çerez çarşısı olduğundan, belki de küçümseyerek bahsettiği hissediliyor. Oysa Procopius, bu forum için daha Iustinianus döneminde (527-565): “Senato binası (bouleterion-curia) önünde Byzanslıların Augustaion (Augustaeum) dedikleri Pazar yeri vardır....” derken, forum’un daha 527’lerde bu özelliğe sahip bir yer olduğunu, buranın pazar yerine sonradan dönüştürülmediğine işaret etmektedir.[283] Augusteion’un Byzantion dönemindeki Opsopoleion (όψοπωλεĩον) adı ise, biraz ileride göreceğimiz gibi, buradaki pazar geleneğinin, kentin kuruluşundan beri varlığını sürdürdüğünün açık kanıtıdır.
Forum bu çerçeve içinde ele alındığında, Procopius’un Basilike stoa (Bασιλική στοά) dediği ve güneydoğu köşesinde Heksamon ile bitişiğinde Altın Milion’un bulunduğu Oikonomikos’un,[284] Roma forum’unun saygınlığına daha uygun bir yer olduğu iddia edilebilir. Ancak Augusteion, kuzeyde Hagia Sophia, doğuda Bouleuterion, Khalke Sarayı ve Noumera, güneyinde Zeus Hippios tapınağı ve Zeuksippos hamamı ile Daphne, Trikonkhos, Ioustinianou, Lausiakos ve Triklinos saraylarından oluşan to mega palation yapılarının ortasında yer almaktaydı. Procopius’un da değindiği gibi, Hagia Sophia gibi zamanın en kutsal ve görkemli kilisesinin hemen önünde, olağanüstü mimari yapısı ve Hagia Sophia’nın görkemine yakışır güzelliğiyle Augusteion, kuadriportiko’larının içinde sahip olduğu çeşitli heykeller yanında, önce Constantinus ve daha sonra ise Iustinianus’un sütun üzerindeki atlı heykelleriyle Zeus Hippios’un (Saray Tribunali olarak kullanıldığı dönem) temenos alanındaki İmparatoriçe Eudokia’nın heykellerini taşıyan bir forum olarak, zamanında hiç de küçümsenmeyecek, aksine sahip olduğu görkemiyle kutsanıp övülecek bir kompleksti.
Bu nedenle Altın Milion ve Milion tetrapilon’unun, bu görkemli yapılar topluluğunun merkezini oluşturan Augusteion forum’unun, güney yönündeki Regia portiko’sunun batı yönünde bittiği noktayla, Mese Leophoros’un kesiştiği yerin kuzey köşesinde olduğu açıktır.
Gyllius, daha sonra Milion’daki heykellerin anlatımına geçerek şöyle diyor:
“Suda,...Basilica’da, Milion’un arkasında, erkek görünümünde[285]altın kaplama bir heykelle bir fil ve bakıcısının heykellerinin dikili olduğunu söyler”.[286]
Milion heykellerini anlatmaya devam eden Gyllius; Suda’ya göre; Trakyalı Iustinus’un karısı Sophia’nın kızı Arabia’nın ve yeğeni Helene’nin, Arcadius ve oğlu Theodosius’un atlı heykellerinin; Kedrenos’un ifadesine göre, Milion’un tonoz kemeri içinde, biri Büyük Constantinus diğeri annesi Helena’nın heykelleri arasında bir haçın yer aldığını, bunların arkasında Traianus’un atlı heykeliyle, yakınında Aelius Hadrianus’un atlı heykelinin dikili olduğunu; yine Suda’nın, Constantinus ve annesi Helena’nın heykelinden bahsettiği, aralarındaki orta bölümde “una sancta et duo celeres cursores”[287] yazıtını taşıyan bir haçın bulunduğunu anlattıklarını ifade ederken:“Bunlardan forumun, Milion’un ve Basilica’nın birbirlerine çok yakın oldukları anlaşılır; öyle ki, sadece farklı yazarlarca farklı yerlerde oldukları yazılmamış, tek ve aynı yazar tarafından farklı yerlerde oldukları belirtilmiştir” diyerek, bu üç yapının sanki aynı yerde fakat farklı yapılar olduklarını kanıtlamak istercesine, aklına birden geliveren tümceleri, Milion heykelleri anlatımının arasına sıkıştırmış görünmektedir.
Gyllius, tekrar heykellere dönerek ifadelerine şunları ekliyor: “Suda, İki stel üstüne dayalı dört sarı atın çektiği, eski zamandan kalan arabanın da Milion’da olduğunu söyler”.[288] Tarihçi bu ifadesinin ardından,“…aynı yerde Constantinus, Azotos zaferinden sonra ordusunun coşkulu sevinç gösterilerini kabul etmişti”. Yazar, olasılıkla yukarıda anılan Zeus’un altın yaldızlı atlar tarafından çekilen quadriga (kuadriga, dört atlı savaş arabası) tasvirli rölyefinden faydalanarak Constantinus’a zafer kutlaması hakkında ona gönderme yapmaktadır.
Tarihçi, “ama asıl burada Byzantion’un kurucusu Byzas övgüyle kutlanmıştı” derken, Byzes ile zarif eşi Phidalie’ye, Kalliades tarafından adanan ve yontuları Khios’lu Arkhermos ve oğulları Boupalos ve Athenis’e ait olan heykellerle, her ikisi için yazılmış adak yazıtlarını içeren epigramları kastedilmektedir. Epigram şöyledir:
“Bizans ordu komutanı Kalliades, Byzas’ın ve Phidalia’nın
Heykellerini, şu yazıtla Basilica’ya yerleştirdi:
Kalliades, yiğit Byzas’ın ve zarif Phidalia’nın
Heykellerini burada adadı, aynı saygıyla onurlandırdı”.
Phidalia heykelinde ise şu yazıt yer alıyordu:
“Ben Phidalia’yım, Byzas’ın zarif eşi,
Boupalos beni sundu, güreşte usta”.[289]
a. Nubia Bani[290] Hasan’da, Mahez’deki bir mezar odasının duvarlarında betimlenmiş güreşen figürler. Yaklaşık olarak Amenemha(e)t II. Nubkaure (İÖ 1929-1895) zamanından biraz sonraki bir döneme tarihlenmektedir; b. Yaklaşık olarak İÖ 1410’larda, Mısırlı bir memur olan Tyanen’in mezar odasının duvarlarındaki freskolarda tasvir edilmiş Nubia’lı güreşçiler, bir arada yürüyüş (resmigeçit) halinde. Figürlerden birinin sola doğru hareket eden grubun bayraktarlığını yaptığı, güreş sporunu gösteren tabelayı taşımasından anlaşılıyor. Sağa doğru hareketlenmiş diğer grubun, bir başka sembolle karşı tarafı oluşturduğu anlaşılmaktadır.
Türklerin ata sporlarından biri olan güreş sahnelerine, Anadolu-Yunan kültürlerinden çok daha önce Nubia’da (Nübye) rastlıyoruz.[291] Bani Hasan’da örneklerini gördüğümüz sosyal içerikli sahneleri, ilk olarak Ptahhotep (Ptah-Hotep) zamanında, Eski Krallık (İÖ 2300) döneminde bulmamız mümkündür. Bunlara benzer diğer bazı sahneler ise, Yeni Krallık döneminin sonuna, yani İÖ 2000-1085 yıllarına kadar süregitmiştir.
İÖ 3. bin sonu, 2. bin başlarında, Bronz çağı Semirechye dendriti’leri (= Petroglif): a= Bir araba imalâthanesnde yapım ve koşum çalışmaları. Sol altta, araba kaza geçirip, atlardan biri ölmüş. İmalathaneye tamir için gelmiş olduğu anlatılmak istenmiş; b= Başından çıkan ışınları ve sağ elindeki yıldırım betimiyle, iki atlı arabasına binmiş durumdaki, Zeus’un ilk tasvirlerinden biri (?); c= Bir arabaya, atların nasıl koşulduklarını açıklayan dendriti örneği.
Articles-Petrogliphs of Semirechye: (www.tourkz.com/eng/articles/petrog1e_1.html-16k).
Tell Agrap’ta bulunan dört atlı savaş arabasıyla sürücüsü (bronz). Araba iki katlı. Öndeki alçak sekide olasılıkla bir kadın, ya da kraliçe oturuyor;[292] b. Tutankhamon’un, günümüzden 3300 yıl öncesine ait atlı arabası. a. Mallowan (1965). b. (www.cnn.com/.../26/king.tut.chariot/index.html).
Çin tapınak rahipleri, tapınaklardaki kayıtlara göre İÖ 5. bin başlarında, kuzeyden gelip Çin topraklarına saldıran barbarlardan (Türkler ?) bahsetmektedir. Diğer yanda, İran’da İÖ 4000’e tarihlenen bir tekerleğin varlığı, keşfin daha da erken bir döneme tarihlenebileceğinin işaretlerini taşımaktadır. Ortadaki ahşap dingil yuvasının etrafını çeviren bronz çembere bağlı tekerlek destekleri, etrafını çeviren büyük çembere doğru kalınlaşarak varan altı adet bağ ile,
a. Irak’ta, Girsu’dan (modern Telloh) kireç taşından yapılmış Eannatum Zafer stelinden parça (Akbabalar steli). Alt frizde önde kral atlı arabasında, arkasında ordusu. İÖ 2600-2500; b. İran’da Choqa Zambil kazılarında ele geçen, İÖ 4,000’e tarihlendirilmiş araba tekerleği. Tahran Müzesi.
b. (www.en.wikipedia.org/wiki/wheel-40k).
bunların arasında yer alan daha az kalınlıktaki kasnaklarla, çevresini saran büyük ahşap çembere ulaşmaktadır. Tekerlek, toprağa bakan yüzünü kavrayarak, yanlardaki geniş ve dar kasnaklara dönüp, her iki yönden ahşap kasnaklara perçinlerle sağlamca tutturulmuş beş ayrı bronz parçayla güçlendirilmiştir. Eser, son derece özenle yapıldığı anlaşılan ince bir ustalık arzetmektedir. Bu kapsamda, yeryüzünde ilk yapılmış, en ilkel tipteki tekerlek olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.
İÖ 3. bin sonu, 2. bin başlarında Kazakistan Semirechie’de (Yedi nehir) saptanan dendriti (petroglif) örneklerinin arasında, artık neredeyse fabrika haline dönüşmüş olduğunu gördüğümüz araba imalathanesi, bunların keşfinin bu tarihten çok daha önce olduğunu açıkça göstermektedir. Günümüzde “petroglif” olarak adlandırılan, ancak mitolojideki en eski adının, Asya’daki yüksek dağlarda kutlanan Dionysos Dendritis şenliklerine izafeten, bu şenlikler sırasında dendriti ustaları tarafından taşlara işlendiği anlaşılan yapıtlar arasında, Zeus’u temsil eden bir eserle, atların arabalara nasıl koşulduğunu gösterir açıklayıcı bir betim, ilgi çekicidir.
a. Irak’ta Ur’daki (modern Tell Muqavvar) Krallık mezarlarında, 779 numaralı mezarda ele geçen, yaklaşık İÖ 2600’e tarihlendirilmiş Ur Standardındaki savaş sahnesi. Eserin üzerindeki motifler, Ahşap üzerine deniz kabuğu, Lapis lazuli ve kırmızı kireç taşlarıyla işlenmiştir; b. Wikipedia sitesinde yer alan bir haritaya göre, İÖ 2000-500 yılları arasında, atlı arabanın yeryüzünde tarihsel yayılımı.
b. Chariot – Wikipedia, the free encyclopedia: (en.wikipedia.org.wiki/Chariot).
Wikipedia adlı sitede, bir öngörü olarak yapıldığı anlaşılan atlı arabaların, en eskiden yeniye doğru, yeryüzündeki yayılım alanlarını gösterir haritada, ilk kullanımın Orta Asya’da İÖ 2000’de; daha sonra İÖ 1800’lerde Türkmenistan ve Özbekistan dolaylarında; İÖ 1600’de İç Moğolistan’da; İÖ 1500’de Himalaya, Mısır ve Anadolu’da; İÖ 1300’lerde Yunanistan ve İÖ 1200’de Kuzeydoğu Hindistan olduğu belirtilmiş. Oysa İran’da saptanan tekerlek, en geç İÖ 4. bin; Ur standardında gördüğümüz atlı araba, en geç İÖ 2600; Ur’da, Akbabalar stelinde İÖ 2600-2500; Tell Agrapta’ki minyatür bronz quadriga, yaklaşık İÖ 2500, Mısır’da Tutankhamon’un atlı arabası İÖ 1336 yıllarına işaret etmektedir.
Tüm bunların yanında, İÖ 4000-3500 yılları arasında, Uzak Doğu’da yaşanan karni ve Büyük tufan’ın ardından Afrika’ya varan Tokar Türklerinin, Uzak Doğu’daki kültürlerini Afrika’ya nasıl taşımış olduklarını Herodotos’tan öğreniyoruz. Tarihçimiz, Makhyles ve Auseia’lı (Asya’lılar) kızların Tritonis (Victoria) gölü çevresindeki yaptıkları döğüşler hakkında, şunları söylüyor: “Yılda bir yapılan Athene bayramında bu ülkelerin kızları iki kampa ayrılır, taş ve sopayla dövüşürler; böylece bizlerin Athene dediğimiz yerli tanrıçayı dedelerinden kalma geleneklerle kutladıklarını söylerler. Aldıkları yaralardan ölen kızlara yalancı bakire derler. Her yıl savaşa gönderilmeden önce, hep birlikte bir güzellik kraliçesi seçerler, başına deriden ve Korinthos örneğine göre yapılmış bir savaş başlığı ve baştan aşağı bir Yunan zırh takımı giydirirler, sonra bir arabaya koyup gölün çevresinde dolaştırırlar”. Diğer bir yerde, Garamant’lar ve Athene heykellerinin üstünde görülen giyimlerden bahsederken ise: “Bu Garamant’lar, mağaralarda yaşayan Ethiopia’ları dört atlı arabalarla kovalarlar…Bunun gibi, «Dört Atlı» koşumda da Yunanlılar Libya’lıların öğrencisidirler” demektedir.[293]
Çinli tapınak rahibinin bahsettiği, İÖ 5. bin başlarında Çin’e atlı arabalarıyla saldıranların, göç sonrası Afrika’ya yerleşip Auseia ve Makhyles adlarıyla anılan Tokarlar oldukları anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, Herodotos’un «Dört Atlı» koşum dediği quadriga’ların, Afrika’ya en geç İÖ 3500 dolaylarında geldiği ortadadır.
Afrika’da Ethiopia ve Mısır’dan Anadolu, adalar ve Yunanistan’a geçen pek çok kültür akımı yanında, Garamant’larla mağara Ethiopia’lıları arasındaki dört atlı araba ve koşu yarışları; Nubia’daki güreş müsabakaları, Odysseia’da, Tritonis (Victoria) gölü çevresinde yaşayan Phaiak’ların ülkesindeki Athene Tritogeneia’nın kenti Skherie’de kral Alkinoos’un başkanlığında yapılan spor müsabakasında, attığı diskle birinci olan Odysseus’un serüvenlerinden, Tritonis gölü çevresiyle Ethiopia ve Nubia’da, neredeyse Olimpiyat yarışlarına benzer pek çok sporun yapıldığını saptayabiliyoruz.[294] Bu tarih’ten, Byzantion’un kurulduğu İÖ 695 yılına kadar, bu geleneklerin sürdürülmediğini iddia etmek, Anadolu-Yunan geç dönem kültürlerinde de aynı spor yarışmalarını görmemiz nedeniyle, son derece yanlış olacaktır.
Byzantion’da güreş ustası Boupalos’un, Byzes’in eşi Phidalie’ye Basilike stoa’da sunduğu anlaşılan heykeli, olasılıkla İÖ 690-680 yıllarına ait olmalıdır. Baupalos’un, Byzantion’un Anaplous bölgesinde tertiplenmiş, Phidalie’nin de izlediği bir güreş turnuvasında birinci gelmesinin ardından, kraliçe adına bu sunuyu gerçekleştirdiği anlaşılıyor. Bu kişinin, güreşçi yetiştiren usta bir öğretmen olması da olasıdır. Peki bu turnuva Opsopoleion’da (Augusteion meydanı) mı, yoksa ulu orta başka bir yerde mi yapılmıştı diye düşünecek olursak, Basilike stoa’nın Hippodromos’a olan yakınlığı ve hiçbir Antik Anadolu kentinin Hippodromos’suz düşünülemeyeceği göz önüne alındığında, Septimius Severus Hippodromos’undan önce Sultanahmet meydanında, bir Byzantion Hippodromos’unun bulunduğu kanısı güç kazanmaktadır.
Basilike kisterne (Yerebatan sarnıcı) üzerindeki Basilike Stoa’da yer alan Byzes ve Phidalie’ye adanmış bu heykellerin varlığı, her iki yapının da Byzantion dönemindeki varlıklarının kanıtıdır. Constantinus döneminde başlayan Hıristiyanlık adet ve görenekleri dışında, gerek mimari gerekse diğer kentsel işlevlerin aynı Byzantion’da olduğu gibi devam ettiği, böylece açıklık kazanmaktadır. Constantinus’un Byzantion surları içinde (Topkapı sarayı avlusu) Magnaura sarayı ile başlayıp, Khalke ve Daphne saraylarıyla devam eden ve sonraki imparatorlara ait dönemlerde Hippodromos’un doğusunu kaplayan to mega palation saraylarının eski yerlerinde de, bir takım Byzantion saraylarının var olduğundan kuşku yoktur. Akropolis’in hieron, ya da temenos alanlarını içeren tapınaklara ayrılmış kutsal alanları içerdiği, savaş sırasında halkın buradaki tapınaklara sığınarak, kendilerini tanrı ve tanrıçalara emanet ettikleri düşünüldüğünde, Sur duvarları içinde, Tıpkı Constantinopolis’te olduğu gibi, çok az saray yapısına yer verilmiş olabileceği ortadadır. Zaten Constantinus döneminde, İonca’nın varisi Latince isimlerle yer değiştiren pek çok ismin yanında, Büyük sarayların hâlâ daha “to mega palation” olarak anılmış olması, savımızı destekler içeriktedir.
Sonuç olarak bu dönemde, yeni tinsel inançlar çerçevesinde, bir tanesi kalmamacasına yıkılan eski tapınakların yerlerine yeni kiliseler yaptırılmış, yeni forum’lar eklenmiş, yollar yenilenmiş, ancak ana yapılardan hiçbirinde, temel anlamda bir değişikliğe gidilmemiştir.
Gyllius anlatımının devamında: “Küçük bir heykel taşıyan Güneş’in[295] sürdüğü, Constantinus tarafından yaptırılmış olan araba Hipodrom’a taşınmıştı. Heykel kentin Tykhe’siydi (Talih), en önemli kutlamalarda ve kentin kuruluş gününde senatoya yerleştirildi.[296] Heykelin başındaki haç Constantinus tarafından kazdırılmıştı” ve yine aynı yerde, “Başka yazarlar kentin Talih heykelini Büyük Constantinus’un Roma’dan taşıyarak Saray’ın bir nişine yerleştirdiğini anlatırlar. Zosimos, Constantinus’un Roma’nın Talihi’ni[297] büyük forumu çeviren dört porticus’tan birine yerleştirdiğini anlatır” demektedir.[298]
Oysa Gyllius, daha önce Zosimus’tan yaptığı alıntıda, Tykhe heykelinin Forum Constantini/II, yani Forum Circulae (enkyklios, in orbem) olarak adlandırabileceğimiz okyanus benzeri, daire biçimli forum’da olduğunu belirtmişti. Yukarıdaki alıntıda, Tykhe’nin başka yazarların ifadelerinde, Constantinus sarayındaki nişe yerleştirilmiş olduğu yolundaki sözleri, Zosimus’un anlatılarıyla uyuşmaktadır. Ancak, Zosimus’un bu konudaki, yukarıda anılan ikinci ifadesi yanlış yorumlara sebep olabilecek doğrultudadır. Yazar, çelişkili gibi görünen ifadesinde olasılıkla, “Büyük forum” diyerek Augusteion’u, ve bu meydanı çeviren dört portiko olarak da, Severus Portiko’su, Fanion (güney uzantısı), Regia portiko’su ve büyük ihtimalle bu son revak ile Mese Leophoros’un birleşim yeri dolaylarından, kuzeye dönerek Strategion yoluyla Koparia’ya (Κοπαρια, bugünkü Sirkeci) kadar uzanan portiko’yu, yani Fanion’un Khrysokeras’a uzanan devamını kastetmiş olmalıdır. Ancak bu son portikoyla ilgili olarak, Schedel’in gravüründe, Hagia Sophia’nın da batısında var olduğu kanısı uyandıran ve yalnızca Hagia Eirene kilisesi ile Meşruta (Mανουηλίτης τρίλινος, περσικός δόμος- Manouelites triklinos, persikos domos) sarayı arasında, arka planda görülen sütunlu galerilerden başkaca bir bilgi, ne yazık ki mevcut değildir.[299]
Constantinopolis’te, tunçtan yapılmış bir geminin ön kısmındaki Priap’ın üzerinde betimlenen ve “Kent’in Talihi”ni temsil etmiş olan Tykhe heykeli, büyük bir olasılıkla, Procopius’un Byzantion olarak nitelediği bölgeden, yani Augusteion’un sonundaki Regia portiko’sunun bitim noktasıyla, Milion’un başlangıç noktasında yer alan dört kemerli tetrapilon (τητραπίλον-Milion Quatriviumu) içindeki bir sütunun üzerinde, veya buradaki bir niş içinde yer almış olabileceği ve buradan çıkıldıktan sonra Mese Leophoros’a girildiği olasılığı, oldukça yüksektir.
Basilike stoa (Βασιλική στοά, Βασιλέως στοά, Βασιλική κινοτέ νη-
Yerebatan sarnıcı)
İlk ve son kez Matrakçı Nasuh’un “İstanbul Manzarası” adlı eserinde gördüğümüz, içe ve dışa açık plânlı stoa, kuzey-güney ve doğu-batı yönlerinde uzanan altı ayrı portiko’nun ortasında kalan kare şeklindeki merkezi portiko’su, batıya bakan çıkışının kuzey bitişiğindeki eksedra’sıyla, gelişmiş, ama tipik bir Anadolu İon yapısıdır. Yapının etrafındaki portiko’larda, tıpkı Opsopoleion’daki gibi yiyecek, içecek ve giyimle ilgili kumaş, ayakkabı vb gibi malzemeler satan satıclarla, merkezdeki stoa’da bankacılık, hukuk işleri ve davaların konu edildiği işlemler, altın alım satımı, tıpla ilgili doktorların toplandığı, tarih, şiir, edebiyat ve felsefeyle ilgili konuşma ve tartışmaların yapıldığı bir mahal olduğu anlaşılıyor.[300]
a. Matrakçı Nasuh’un İstanbul Manzarası adlı eserinde, Basilike stoa’nın kesiti; b. Kesitten bölümler: 1= Doğu ve kuzey stoaları; 2= Hatiplerin konuşma yaptıkları, doktorluk, bankacılık vb. işlerin görüldüğü merkez stoa; 3= Batı ve güney stoaları;4= Batı stoa’daki ara çıkışa bitişik eksedra; a, b= Kuzey ve güney giriş çıkışları.
Bu bağlamda biz, buradaki Oikonomikos adıyla anılan üniversitenin ilk temellerinin de Byzantion döneminde atılmış olduğuna inanıyoruz. Gyllius buradaki ktaplıkta yer alan altı yüz bin cilt kitabın varlığından behsediyor. Kitaplar arasında özellikle Homeros’un İlyada ve Odysseia adlı yapıtlarının, yaldızlı harflerle yazılı olduğu yüz yirmi ayak uzunluğundaki drago (ylan, ejder) bağırsağının varlığı, hem bu eserin ve hem de kitaplığın Byzantion dönemindeki varlığına işaret etmektedir.
Kendi payımıza, yılan barsağına yazılı Homeros eserleri, Erg-Enek-On adlı yapıtla, Stonehenge, Eti’ler (Aith’ler, Eth’ler, Yanık’lar), Büyük tufan ve Göbekli Tepe başlıklı yazılarımızda savladığımız Uzak Doğu karni olaylarıyla, İkiz yulanlar (Gog ve Maog fay merkezleri) hakkında söylediklerimizin kanıtlarından birini ortaya koymaktadır. Öyle ya, binlerse eserin arasından, yalnızca İlyada ve Odysseia adlı yapıtlar seçilip de niye bir yılan barsağına yazılsın?
Gyllius, 1550’lerde, Basilike’nin üzerinde evlerin bulunduğunu, bu evlerde yaşayanların burada kuyu şeklindeki yerlerden su çektiklerini, fakat sarnıçtan haberlerinin olmadığını, merdiveni olan bir evin sahibiyle birlikte sarnıca inip sütunlar ormanında gezindiklerini ve hatta, meşale ışığında üç çatallı balık zıpkınıyla (Poseidaon’un üç çatallı asası) balık avladıklarını anlatmaktadır.
Ancak yazar, sarnıca inen merdivenle sandalı ve burada balık tutmak için de üç çatallı zıpkını olan ev sahibi dışında, komşu ahalinin nasıl olup da buradan haberdar olmadığı konusuna açıklık getirmemektedir.[301]
Gyllius son paragrafta, Basilike Kisterne’de saptadığı ölçümleri şöyle veriyor: “Sarnıcın uzunluğu 99,45 m ,[302] genişliği 53,87 m’dir.[303] Çevresi 165,76 m’dir.[304] Tonozlar ve kemerler tuğladan yapılmıştır,[305] duvar yüzleri de benzer çalışma ürünüdür, geçen zaman hiç zarar vermemişe benzer, alçı sıvayla örtülüdür.[306] Tonozlu tavan, aralarında 3,55 m [307] uzaklık bulunan üç yüz otuz altı sütunla taşınır; Sütunların her biri 8,88 m’den[308] daha yüksektir. Sütunlar boyuna on iki sıra, enine yirmi sekiz sıra halinde dizilidirler. Sütun başlıkları, bir bölümünde Korint üslubundadır, bir bölümünde ise işlenmemiştir. Her sütun başlığının abakusu[309] üstünde, başka bir abakus gibi büyük bir taş vardır, dört kemer buna dayanır. Sarnıca açılan çok sayıda kuyu vardır, sarnıçtan bu kuyular aracılığıyla su çekilir. Sarnıç kışın suyolundan gelen suyla dolar; bir kış ortasında sarnıca büyük bir borudan gürültüyle su geldiğini gördüm; suyun gürültüsü, sarnıç, sütun başlıklarının ortasına kadar suyla dolmadıkça kesilmiyordu. Sarnıç Ayasofya’nın güneybatısında, ondan yaklaşık 23,68 m [310] uzaklıkta yer alır” .[311]
Kuyulara muhakkak ki Osmanlı döneminde halk tarafından eklemeler yapılmış ve sayıları çoğalmış olmalıdır. Ancak, Gyllius, sarnıcın üzerinde yer alan kuyuların arasında, orijinal olup Byzantion ve Bizans dönemlerinden kalan ve Basilike stoa’da da kullanılmak üzere varolmaları gereken kaynaksal yapıdaki kuyuların var olup olmadıkları konusuna, değinmemektedir.
Basilike Kisterne’nin ölçüleri;
Kuban’da; “70 x140 m, üç yüz otuz altı sütun, 12x28 sıra halinde ve 8 m yükseklikte”.[312] Müller-Wiener’de ise; “138 x 64,6 m , 12 x 28 sıra halinde 336 sütun”.[313] olarak verilmektedir. Buna göre, Gyllius’un ölçülerinde sütun sıralarıyla sayıları tam, sütun yüksekliği ise yaklaşık doğru sayılabilecek durumdadır. Ancak, sarnıcın en ve boy ölçüleri, daha önce de değindiğimiz gibi, Gyllius’un aşağı yukarı her ölçümünde olduğu gibi, oldukça eksiktir.
Biz, Basilike kisterne’nin Constantinus’tan sonraki dönemde inşa edilmiş olabileceği kanısında değiliz. Zaten, üzerinde yer alan Basilike stoa’nın varlığı nedeniyle, sarnıcın kökeninin Byzas ve Byzantion dönemine ait olduğu açıktır.
Themis’in evi
Tanrıça Themis için Erhat şöyle diyor: “Themis, Uranos’la Gaia ’nın kızıdır, yani ikinci tanrı kuşağından ve dişi Titanlardandır. Hesiodos, Themis’in adını Titanlar arasında saydıktan sonra, uzun süre ondan söz etmez, ta ki Olympos tanrıları Titanları yensin ve Zeus, Kronos’tan doğma öbür kardeşlariyle egemenliği paylaşıp yeni düzeni kursunlar. Ondan sonra da Zeus her kuşaktan tanrıçalarla birleşme ve üretme yoluna gider. İlk evliliği Metis’ledir, Onu Athena’ya gebe bırakır. İkinci evliliği, Titan kızı Themis’ledir. Hesiodos bu birleşmeyi kısaca şöyle tanımlar (Theog. 901 vd.):
Sonra ışık saçan Themis’le evlendi Zeus,
bu tanrıçadan doğdu Horalar:
Eunomia, Dike ve bereketli Eirene,
ki korurlar insanların ekip biçtiklerini.
Ve Moiralar, akıllı Zeus’un çok saydığı
Klotho, Lakhesis ve Atropos,
ki onlar verir yalnız insanlara
mutlu ya da mutsuz yaşama paylarını”.
Hesiodos, öyle anlaşılıyor ki Zeus’u, öncelikle Titanid tanrıçalarla birleştirip, ona, kökendeki Gaie’ye en yakın bir konum sağlama gayretine girişmiş.[314] Byzantion’a girişte, Brakhiolion’da Titan tanrıça Mnemosyne ile Philadelphion’da birleşen tanrının, yolun sonu sayılabilecek Strategion’da, bu kez onun kardeşi Themis, yani “Adalet”le birleşip düzen ve düzensizliği, dolayısıyla iyi yasalarla kurulmuş bir toplum düzenini temsil eden Hora’lardan Eunomia, hak ve adalet anlamına gelen Dike, insanlara bereket ve mutluluk sağlayan barışın temsilcisi Eirene’den, sosyal düzenle ilgili yaşamın ana kaynaklarını düzen altına alırken; diğer kardeşleri olan Moira’lar Klotho, Lakhesis ve Atropos tanrıçalar ise, yaşama paylarını, yani insan ömrünü düzenleyen tanrıçalar olarak, insanların yaşama olan bağlılıklarını güvence altına almak istemiştir.[315]
Brakhiolion ve Blakhernai’den başlayıp Philadelphion’da kesişen yollardan, Strategion’a varıncaya kadar çok çeşitli anlamlarla dolu kent imgesi, bu noktada, adalet ve yaşam-ölüm kavramlarıyla, Byzantion surlarının iç ve dışındaki tapınaklara doğru bir kavram bileşkesi oluşturmaktadır. Dünyanın başka hiçbir kentinde görmediğimiz, göremeyeceğimiz şekilde, Byzantion’da oluşturulmuş bu kavramlar dizgisi, bize göre insanın varoluş öyküsünden başka bir anlam taşımamaktaydı.
Gyllius, imparator Theodosius’un Praitorion’daki forumuna (Forum Theodosiacum I) değinirken şunları söylemektedir: “Bölgelerin Eski Tasviri’nden, kentte, adını Theodosius’tan alan üç forum bulunduğunu öğreniyorum; bunlardan biri, beşinci bölgede, Strategion’da olduğunu söylediğim Forum Theodosiacum adıyla bilinen forumdur…Birinci forumu, onun Strategion’da olduğunu kaydeden Bölgelerin Tasviri’ne dayanarak Praetorium forumu olarak adlandırabiliriz. Latince’de Praetorium’a (Praetor’un[316] hükümlerini ilan ettiği yapı)....Bu Forum Theodosiacum’un o büyük Praetorium olup olmadığından emin değilsem bile yine de bu bana olası gözükür. Forumun İmparator Iustinus ve Domninos tarafından süslemelerle bezendiği Paulos Silentiarios’un[317] dizelerinden anlaşılır; başka birçok Latince sözcük gibi praetorium’un da Yunanca’da kullanıldığının açıkça anlaşılması için bu dizeleri buraya ekliyorum” demekte ve dizeyi şöyle vermektedir:
“Büyük praitorion’un süslemelerinde:
İmparator Iustinus, dünyayı kirlerinden temizledi,
sonra da Adalet’in büyük tapınağını süsledi.
Senin çalışmanla da, Domninos, Themis’in evinin
ve ölümlülerin yaşamının karanlık gecesi sona erdi”.[318]
İmparator Iustinus’un (565-578) Constantinopolis’teki varlığı, Byzantion döneminden sonra, çok fazla bir zaman dilimini kapsamamaktadır. Gyllius, yazıtın Yunanca olduğunu açıkça ifade ediyor. Dizelerden, Domninos’un yapının mimarı olmadığı, dolayısıyla Themis evinin yeniden onarıp süslediği (5. yüzyıl mozaikleri) anlaşılmaktadır. Şayet Iustinus, pagan dinini kaybetmiş Constantinopolis’te, Adalet sarayı olarak kullanılacak yeni bir bina yaptırmış olsaydı, herhalde bu yapıya Latince karşılığı olan “Justitia-Iustitia”, ya da “Aequitas” adlarından birini verirdi ki, Iustitia adı Iustinus’un adıyla da yakınlık taşımaktadır. Oysa imparator Iustinus “Themis’in evi” adını değiştirememiş. Dolayısıyla Themis evinin Byzantion döneminden kaldığı, açıklık kazanmaktadır.
Domni Anselmo Banduri’nin 1711 tarihli İstanbul gravüründe sur içi, Galata ve Kadıköy (Banduri, 1711).[319]
Themis’in hukuk ve adalet temsilcisi olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bugünkü Vilayet Binası’nın yer aldığı Strategion’daki Forum Praitorion’un, Byzantion döneminden sonra da, kentin hukuk ve adaletinin temsil edildiği bir yer olduğu ortadadır. Bu arada, Themis tapınağının, kentin daha sonraki dönemlerine ait, Basilike stoa yakınındaki Oikomenikon’a (Didaskaleion-Hukuk okulu) çok uzak olmadığı da, göz önüne alınmalıdır.
Bu çerçevede, Philadelphion’da Zeus ve Mnemosyne ile başlayan kentin en önemli merkezi, yine Zeus ve Themis’in birleşmelerini ifade eden Themis’in tapınağıyla Strategion’da son bulmaktaydı. Bu durum, Zeus kültünün Byzantion’da gördüğü saygınlığın en önemli göstergesidir.
Yapı adres olarak, Haliç ve Yenicami’ye göre bakıldığında, Mısır Çarşısı, Gülhane parkına işaret eden ağaçlıklı bölge ve Ayasofya’ya göre, günümüzdeki Vilâyet Binası’nın bulunduğu bölgeyi işaret etmektedir.
Banduri gravüründe, Themis’in evini yarım daire şeklinde çevirdiği görülen Praitorion plânının, Lampteron Konağı’nı andırıyor olması, belli bir dönemin mimari tarzını yansıtıyor olması bakımından ilgi çekicidir. Bu yapının hemen güneyindeki küçük bir meydanın güney ucunda, Lampteron konağındaki gibi, olasılıkla Domninos’un yaptırdığı bilinen fener kulesi olabilecek tholos plânlı ve kubbeli yapının varlığı,[320] bu yapının, Praitorion, yani Vilayet Binası olabileceği konusunda dikkat çekici ve Gyllius’un bu konuda anlattıklarını destekler içeriktedir. Ancak, fener kulesinin mimarı olarak gösterilen Domninos’un, kuşkusuz bu yapıdan çok daha önemli olan Praitorion ve Themis evinin mimarı olarak gösterilmemiş olması, yapıların tarihlenebilmesi yönünden son derece önem arzetmektedir.
1958 yılında, İstanbul Vilâyet Binası’nın genişletilmesi çalışmaları sırasında, mozaik döşeli bir taban ortaya çıkarılmıştır. Müller-Wiener’e göre kuzeye doğru yüksek teras duvarlarıyla desteklenmiş alanda ele geçen mozaikli mekân, 5. yüzyılın ilk yarısına tarihlenmiştir. Buradaki mozaiklerin, Domninos’un süslemeleri olduğundan kuşku yoktur. 8 m ile 9,3 m çapında yuvarlak alanda aynı döneme tarihlenebileceği varsayılan kirişlerin, sütunlara ait olduğu ifade edilmektedir[321]. Ancak, yapının Forum Theodosiacum/I olması halinde, yukarıdaki tarihlemenin, en geç I. Theodosius’un hükmettiği 379-395’lere çekilmesi gerekmektedir.
Müller-Wiener’in yukarıdaki ifadeleri, Domni anselmo Banduri’nin 1711 tarihli gravüründeki yapıyı hatırlatmaktadır. Mozaikli yuvarlak mekânın, gravürde yer alan Constantinopolis Praitorionu tasvirindeki silindirik bölümlerin birleşmesinden oluşan yapı plânıyla uyum göstermesi dikkat çekicidir.
Domni Anselmo Banduri gravüründen kesit: 1= Hagios Akakios kilisesi; 2= Mese’den Forum Constantini’ye girişte küçük Nympheaion; 3= Mese Leophoros; 4= Forum Constantini’ye (Forum Plakoton- Phoros- Çemberlitaş) giriş (kapı, ya da tak); 5= Constantinus sütunu; 6= Constantin Tribünali; 7= Constantin Bouleuterionu (Senato); 8= Forumda, üzeri heykellerle süslü büyükNympheaion; 9= Forumdan çıkışta, Constantin takı; 10= Günümüzdeki Fen-Edebiyat Fakültesi’nin bulunduğu yerde, Mouseion ve doğu bitişiğinde Megiste Nympheaion; 11= Bugünkü Vilayet binasının olduğu yerde, Themis’in Evi (Adalet Sarayı); 12= Aynı yerde, Forum Theodosiacum/I (Thedosius’un forumu- Vilayet binası); 13= Yeni Valide Sultan camii (Valide camii- Eminönü Yeni cami); 14= Ayasofya camii (eski, Hagia Sophia kilisesi); 15= Atik Ali Paşa camii (1511 ?); 16= Bayezid camii (1500- 1506); 17= Haliç; 18= Zeus Hippios tapınağı (Soter Khristos tes Khalkes kilisesi- Güngörmez camii); 19= Zeuksippos hamamı; Domninos feneri.
Yukarıdaki saptamalar çerçevesinde, Constantinopolis’te birbirleriyle yaklaşık olarak aynı plânda olan yapılar, Forum Praitorion’daki Vilayet Binası, Plakoton forumundaki Constantinus’un Bouleterion’u ve Müller-Wiener tarafından Lausos sarayı olarak tanımlanmış olan Lampteron konağıyla Hippodromos arasındaki bağlantıyı sağlayan “pteroma” yapısıdır.[322] Bunların yanında, Banduri gravüründe tanımlayamadığımız benzer diğer bir yapıyı “X” olarak işaretledik.
Müller-Wiener’in değindiği gibi, gerek Vilayet Binası’nda yapılan kazıda tespit edilen yuvarlak bir mekânın ait yapı plânı, gerekse pteroma yapısında saptanan plânlar, Banduri gravüründeki tasvirlerin uydurma, ya da tahmini çizimler olmadığını kanıtlamaktadır. Plân, düz bir doğru, ya da yarım daire durumunda, iç içe inşa edilmiş iki duvarda, karşılıklı olarak tasarlanan yarı yuvarlak mekânların, birbirleriyle bitişik şekilde inşası sistemine dayanmaktadır.
İtalya’da Antik Roma mimarisinde dairesel, yani rotunda ve tholos tipi yapıların varlıkları kuşkusuz yadsınamaz. Ancak, yukarıda değindiğimiz yapı plânına sahip bir tek Roma yapısının varlığına rastlamamız mümkün değildir.
Bu nedenle Vilayet Binası’nda, yuvarlak plânlı mekândaki 5. yüzyıl mozaiğinin, bu dönemde, buradaki eski mozaiğin artık kullanılmaz hale gelmiş olması nedeniyle, Domninos tarafından yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır. Restorasyon gördüğü açık olan yapının, tıpkı Pteroma ve Plakoton forumundaki Constantinus Bouleterion’unda olduğu gibi, tadilat ve onarımın ardından, kullanabilecek hale gelen ve Byzantion’dan miras kaldığı açık olan yeni yapıya taşındığına benzer bir durumla karşılaştığımız anlaşılmaktadır.
Sonuçta, Yeni Roma imparatorlarının da, tıpkı Osmanlı sultanları gibi, geçmişten kalan yapıları olabildiğince tadilat ve onarım görmelerinin ardından kullandıkları, ve bu yönde son derece tutumlu davrandıkları anlaşılmaktadır.
Bu kapsamda, Hippodromos’la bir bütün oluşturan Lampteron konağıyla, gerek Hippodromos’a, gerekse üzerinde yer aldığı Mese Leophoros’un hemen karşısındaki Basilike stoa ile Altın Milion’u geceleri aydınlatan Lampteron konağındaki fenerle birlikte Hippodromos’un da, Byzantion döneminden kaldıkları kesinlik kazanmaktadır. Bu bağlamda, Themis evinin de Byzantion’dan Constantinopolis’e kalan miraslardan biri olduğu açıktır.
Paralia agora (παράλία άγο ά)
Byzantion, daha kuruluşundan itibaren hızla gelişen ve kökü balıkçılığa dayanan zengin ticari olanaklara sahipti. İÖ 478-477 tarihinde kurulan birinci ve 378-377 tarihlerindeki ikinci Attik-Delos deniz birliği dönemlerinde,[323] birliğin Karadeniz’den Mısır’a kadar olan alandaki etkin faaliyetleri bilinmektedir. Büyük olasılıkla, Procopius’un ifade ettiği Prookhthoi’deki Paralia agora (Paralia’lılara ait Horreum; kuru tahıl ve sıvı besin deposu) Attike kıyısında balıkçılık, denizcilik ve ticaretle geçinen Paralia’lıların;[324] Khrysokeras kıyısındaki Peraikos, Mytilini (Midilli adası) karşısına düşen Mysia’lıların (Eolis Peraia’sı) ya da Rhodos (Rodos adası) karşısına düşen Karia’lıların; Kepos, olasılıkla Attike Kephisos’undan kısaltılmış olabilecek Attika’lıların; Kykla, Delos adası çevresinde bir çember (kyklos) oluşturan ve halkı başta balıkçılık olmak üzere tarımla geçinen Kyklades’lilerin; Melias, Anadolu’da Karia bölgesindeki Melia’lıların; aslı Anadolu-Yunan mitolojisine dayanan ve adını, Megara’dan Athina’ya giderken yol üzerindeki Skiron kayalıklarından alan Skiron’da Megara’lıların yerleşmiş oldukları,[325] Eleutherion adının ise, buradaki sitenin kurtuluşuna izafeten yapılan Eleutheria şenliklerinden geldiğini göstermektedir.
Gyllius, “Propontis tarafında, her biri denize doğru uzanan iskelesi ve onun aracılığıyla gemilere ulaşan limanı olan yaklaşık beş kapı bulunur: Sarayınkiler dışında ilk kapı Sterkoraria, ikincisi Leonia (Porta Leonis), üçüncü (Porta) Condescala’dır” derken, bizlere önemli bilgiler aktarmaktadır.
Yazarın yukarıda ifade ettiği, denize iskelesi olan ve buradan gemilere ulaşılabilecek niteliğe sahip limanlardan ikisini, Mamboury’nin bölge plânında saptayabiliyoruz. Procopius’un anlatılarına göre bunlardan biri, Basilike pyle /II’de (Basileia pyle, Sterkoraria pyle, Ahırkapı) diğeri ise, buranın güneybatısında, kapıdan hemen girişte solda agora’sı (horreum) olan Paralia agora pyle’dir (Hagia Maria Hodegetria pyle).
Schedel’in gravüründe de tespit edilebilen bu yapılar, Notitia’da, Bosporos limen’de (Bosporos limanı) yer aldıkları belirtilen ve üçü Constantinus (324-337), diğerleri ise Valens (364-378) ve I. Theodosius (379-395) dönemlerinde inşa olunan, içlerinde hücre şeklinde çok miktarda odaları bulunan yüksek ve dikdörtgen plândaki, horrea adıyla anılan, çeşitli tahıl ve sıvı içecek (yağ, şarap) depoları olarak kullanılmış, günümüzde ambar niteliğindeki yapılardır. Bu yapılardan bir diğerinin Iulianus limanı’nda olduğu anlaşılıyor. Kuban’a göre Mısır’dan gelen tahılın boşaltılmasında kullanılan bu deponun adı “Horrea Aleksandrini” idi.[326]
Gyllius kitabının çeşitli bölümlerinde, Makedon kralı II. Philippos (İÖ 382 – 336) ile Byzantion arasındaki ilişkilere değinmiş.[327] Oğlu Büyük İskender’in (Μέγας Ἀλέξανδρος, İÖ 356–323) ölümünden sonra Byzantion’da basılmış bir sikkesinde ise, Ammon boynuzlu başını görüyoruz. Sikkenin arka yüzünde, Mısır ve Uzak Doğu’ya yaptığı seferler sırasında, arkasında Trakya, Makedonya ve Anadolu’da kral olarak bıraktığı Lysimakhos’un (İÖ 360-281), savaş tanrıçası Athene ve zafer tanrıçası Nike tarafından kutsandığı adıyla “Basileos= Kral” ünvanı darp edilmiş.
Byzantion’un, adına sikke bastırdığı Büyük İskender’e olan saygısının, savaştaki ustalık ve kahramanlığının yanı sıra, son derece zeki ve akıllı olan imparatorun, Mısır ve Uzak Doğu’ya yaptığı seferin, kökenini ve saygın atalarını aramaya dönük olmasından kaynaklandığı kanısındayız. İmparator’un, tıpkı Mithra kültünü Anadolu’ya yaptıkları seferlerden sonra ortaya çıkaran Persler gibi, mitos’lar hakkında Byzantion’lulardan edindiği bilgilerden son derece etkilenerek, konuya merak saldığı ortadadır. Zaten, özellikle insanın ikinci kökeni olan Mısır ve Ethiopia’da İÖ 330’daki varlığı, Ethiopia’lıların kökenlerinin “Makeda” olarak anılması nedeniyle, bu ismin “Makedonya” adına olan benzerliklerini araştırmaya yönelik olduğu açıktır.[328] İskender’in, bunun ardından Hindistan ve ötesine doğru yapmak istediği seferlerin, zaten yeterinden fazla genişlemiş olan imparatorluğunun topraklarına yeni topraklar katmak olmadığı ortadadır. Böyle bir amacı olsaydı, herhalde ona zeki, ya da akıllı imparator diyemezdik. Yanında bir Homeros bulamadığı için hayıflanması da bu yüzdendi.[329] İmparator Uzak Doğu problemini çözmüş, fakat ölmeden önce kendi gözleriyle görüp merakını gidermek istemişti. Tanrısal aklı, problemi çözmüş olması nedeniyle onu kutlamış, fakat gözleriyle görmesine gerek olmadığına karar vermiş olmalıdır. Zira, kökenine her yaklaştığında, kanıtların çoğalmasıyla, inancı da artarak güçlenmiş olmalıdır. İÖ 4. yüzyıllar, yani günümüzden 2300 yıl öncesi düşünüldüğünde, şimdiki cehaletle karşılaştırıp imparatora hayran kalmamak mümkün değildir.
Matrakçı Nasuh’un eserinden Sur içi kesiti: 1= Topkapı sarayı; 2= Ayasofya camii; 3= Arka plânda Tsoukanisterion (Stabula equae-Cindimeydan), önde Nea Ekklesia kilisesi; 4= Yangın kulesi (Aetos) belirtilmiş, Khalke sarayının bir bölümü olan Triklinos Kandidat (Adaylar triklinosu); 5=Zeynep Sultan camii ve mescidi; 6= Zeus Hippios tapınağı (Oktagonon, Soter Khristos tes Khalkes kilisesi-Güngörmez camii); 7= Basilike stoa; 8= Kontoskalion (Kadırga) limanı ve Sophia sarayı; 9= Forum Theodosii (Fatih’in Eski sarayı); 10= Bous forum’u (Aksaray); 11= Pelargos caddesi (Mustafa Kemal caddesi); 12= Eleutherion limanı ve phylakterion’u (Yenikapı); 13= Helenianai phylakterion’u (Forum Theodosiacım/II-Psamathia-Samatya); 14= Brakhiolion phylakterion’u (Yedikule); 15= Blakhernai phylakterion’u (Ayvansaray). (www.ee.bilkent.edu.tr/~history/Ext/matruk.html).
Büyük İskender’le ilgili yukarıdaki belgeler çerçevesinde, Byzantion’luların, saygın imparator adına sikke basmalarının boş yere olmadığı anlaşılıyor. Biz, İskender sikkesine ek olarak “Horrea Aleksandrini’nin (= Ἀλέξανδρος άγο ά”) de, en geç sikkesinin basıldığı tarihten beri var olduğu kanısındayız.
Anaplous’ta Basilike pyle/II’nin (Ahırkapı) hemen arkasında yer alan horrea, Procopius tarafından, Paralia agora (Forum littoreum) olarak tanımlanmıştır.[330] Iustinianus tarafından yeniden yaptırıldığı anlaşılan bu pazar yeri,[331] Propontis kıyılarına açılmaktadır. Horrea adı, buğdaygillerden hordeum (arpa) ve sahile yakın anlamındaki littoreum (littoral) kelimelerinin “hor-deum> litto-reum” şeklindeki bileşiminde, ilk ve ikinci hecelerin alınıp bir araya getirilmesinden oluşmuştur. Diğer tarafta, aşağıda ayrıntılarıyla değinileceği gibi, Bosporos’taki Efesliler ve Likyalıların horrea’ları hatırlanacak olunursa, Procopius “Paralia agora” derken, buranın diğer horrea’lardan farklı olarak Paralia’lılara özel bir agora olduğunun kastedildiğini anlıyoruz.
Gyllius, “De Bosporo Thracio” adlı eserinde, Byzantionlu Dionysios’tan yaptığı alıntıda şöyle diyor: “Efeslilerin Limanı’ndan sonra ürkütücü bir uçurumla örtülü olan Aphrodision gelir. Bunu Likyalıların limanı izler”. Dionysios’un bu anlatısına göre, Bosporos’ta Efeslilere ait gemilerin yanaştığı “Phosphoros”[332] ve Lykia’lılara ait gemilerin yanaştığı “Lykia” limanı olmak üzere, pek çok sitenin, kendilerine ait ayrı limanlara sahip olduklarını öğreniyoruz. Bu doğrultuda Bosporos’ta, diğer Anadolu polis devletlerinin ticari gemilerine ait başkaca limanlar, ya da anlaşmalı ortak limanların olması gerektiği açıktır.
Hartman Schedel’in 1493 tarihli gravüründe adres analizi: 1= Amiral Tafdil Sokak; 2= Mimar Mehmet Ağa Caddesi; 3= Akbıyık Caddesi; 4= Kutlugün Sokak; 5= İshak Paşa Caddesi; 6= Bab-ı Hümâyûn; 7= Basilike pyle (Sterkoraria pyle-Ahırkapı); 8= Paralia agora (Forum Littoreum-Paralialılara ait horrea); 9= Basilike pyle’ye ait çeşme yapısı; 10=Ahırkapı ya da Şadırvan Sokak; A= Parsel/38 “A” yapısına ait 11 kod numaralı duvar (Dv.11); B= Parsel/38 “E” mekânı “MEK.E”, gravürdeki “B” yapısı; D= Parsel/57’de tespit edilen Tsoukanisterion’a (Stabula Equaeũ) bitişik triklinos yapısı; 11= Stabula Equeae (Tyzikanisterion,Cindimeydan) ve Stabula tendeaeu (At ahırları); 12= Hippodromos (Sultanahmet meydanı); 13= Zeus Hippios tapınağı; 14= Eski Hagia Maria Hodegetria, yeni Nea Ekklesia kilisesi; 15= Triklinos kandidat (Khalke sarayında Adaylar triklinosu); 16= Triklinos Kandidat'ın kuzey uzantısında, üstünde saray bahçeleri olan ve alt yapıyı oluşturan kriptoportiko'lar; 17= Hagia Sophia kilisesi (Ayasofya camii); 17a= Menoeides-Bicornis luna; 18= Hagios Lazarus kilisesi; 19= Anadendradion (Saray bahçeleri); 20= Magnaura sarayına ulaşan portiko'lar; 21= Hagia Eirene (Aya İrini) kilisesi; 22= Moukhroutas (Meşruta sarayı); 23= Domos Mag Aura (Magnaura) sarayı; 24= Khrysokeras (Haliç) kıyılarında Skeiron (Skiron) kayalıkları.[333]
Dionysios’un yukarıdaki ifadesine göre, deniz aşırı kentlerden Bosporos yoluyla Eukseinos pontos’a (Karadeniz) açılan ticaret gemileri, zorunlu olmadıkça, kendi limanları dışındaki horrea’lara yanaşmıyorlardı. Procopius’un boğazın hemen girişinde yer alan Anaplaus’taki Paralia agora’yı anımsatan yukarıdaki limanlar göz önüne alındığında, bu limanın yalnızca Paralia’lılar ve onlarla dost olan sitelere ait olduğu ortadadır. Sonuç olarak, Procopius’un ifadelerine göre, en erken 6. yüzyıl ortalarına kadar horrea’ların adı, yalnızca agora olarak anılmış olmalıdır.
Yaklaşık İÖ 190-110’a ait, Büyük İskender’in ölümünden sonra darp edilmiş Byzantion tetradrahmi’si. Ön yüz, saçlarının arasına Ammon boynuzu takarak tanrılaştırılmış İskender başı sağa / başı kral ΛΥΣΙΜΑΧΟΥ’la (Lysimakhos) taçlandırılmış Nike heykelini, sağ eliyle yukarı kaldırmış Athene, başında miğferi, sağ koluna dayalı mızrağı ve taburesinin arkasında kalkanlı atribü’leriyle sola. Sırtında kral ünvanı olan ΒΑΣΙΛΕΩΣ. Altta Trident (Poseidaon’un üç çatallı asası). Asanın Byzantion’un “Üç Boğaz” tabiriyle uyuştuğu, bu nedenle kentin sembolü olarak kullanıldığı anlaşılıyor. 1. 16. 93 gr. Tabure, “ΣΒΥ” monogramı. Berry 415, fakat bir Tetradrahmi. Çok iyi durumda.Leon Gehorsam’ın Antik Yunan Sikkeleri kolleksiyonundan: 1= Üzerinde boynuz sembolünü taşıyan diadem; 2= Ammon boynuzu; 3= bantın, ense kısmından bağlı kurdelesi.
Stack’s: THRACE. Lysimachos. Posthumous Tetradrachm: (www.stacks.com/Lot/ItemDetail/141877).
Schedel’in 1493 tarihli gravüründe, Basilike pyle/II’nin hemen sol tarafında ve sur duvarlarına yakın bir yerde, birbirlerine bitişik çift pahlı, yan yana beş dizi halinde görülen çatı örtüsü, büyük olasılıkla, üstteki çatı katında yer alan kapısından (Hagia Maria Hodegetria kapı), limana yanaşan gemilere yük veren Paralia agora’dır. Bu gravür, bizlere hordeum-littoreumların çatı yapıları hakkında da bilgi veriyor olması bakımından ayrıca önemlidir. Aynı çatı örtüsüne sahip diğer bir horrea’yı, Matrakçı Nasuh’un “İstanbul Manzarası” adlı minyatüründe, Kontoskalion’un hemen güney (sol) bitişiğinde çift pahlı beş çatı örtüsüne sahip, yanyana beş yapı halinde görülüyor olması oldukça dikkat çekicidir (Bkz. sarı daire içinde).
Dirimtekin, Basilike pyle/II’den hemen sonra gelen bu kapı için, burada yer alan horrea’dan haberi olmaması nedeniyle “Theodosius Sarayı’nın batısında, eski fener kulesinin batısında denize doğru açılan örtülü kapı, ahşap merdivenle kullanılmış olabilir” demektedir.[334] Notitia’da adı geçen horrea ve Procopius’ta anılan Paralia agora olgusuyla paralellik teşkil eden kapı, agora’nın, olasılıkla iki katlı olduğunu, alışveriş yapılan alt kat üzerinde yer alan ikinci kat seviyesindeki kapının, gemilere toptan erzak balyalarını yüklemek için kullanılmış olabileceğini göstermektedir. Bu yükleme olasılıkla, kapı ile ticaret gemisi arasında portatif olarak uzatılan ahşap bir köprü, ya da dayanıklı kalaslar üzerinden yapılıyor olmalıydı.[335]
Tsoukanisterion (Tzycanisterion, Stabula equae ve tendeae - Cindimeydan)
Başlangıçta polo’ya benzer oyunların oynandığı bu meydan, Basilike pyle II’nin (Sterkoraria pyle, Ahırkapı) kuzeybatı bitişiğindeydi. Yapının Prookhthoi’deki (Cankurtaran) doğru yerini, ilk olarak Vogt’un “to mega palation” restitüsyonunda görebiliyoruz.[336]
Mughal imparatorluğunun (Moğolların ataları) 1700'lerde en yaygın olduğu alanlar (yeşil).(en.wikipedia.org/wiki/Mughal_Empire). Uyarlama.
Hindistan’da Manipur’ler[337] tarafından “sagol Kan gje” ya da “PULU” olarak adlandırılmış polo oyununun tarihsel geçmişi İÖ 3000’lere dayanmaktadır. Geç Mughal (Mughal imparatorluğu, Shāhān-e Moġul; Mogul, Moghul. 1700 civarı) dönemine ait kayıtlarda, bu oyunun, imparator ve saray mensupları arasında en popüler oyun olduğundan bahsedilmektedir.[338]
a. 1546 yılına ait bir minyatürde, Pers askerleri polo oyununa hazırlanıyorlar; b. Safaviler sülalesi dönemine ait Guy u Chawgan (= top ve Po lo-sopası, Çevgan) şiirinden alınmış minyatürde,1546 yılında, at sırtında polo oynayan saray mensubu Persler görülüyor.
1546 yılında, oyunu öğrenmiş olan Pers askerleri, polo oynamak için artık hazırdılar. Oyun, İÖ 5. yüzyıl, ya da çok daha öncesinde,[339] ilk olarak Persia ’da (İran) oynanmış ve 1. yüzyıla kadar olan gelişiminde orijinal halini bulmuştur.[340] Süvarileri bölüklerinin eğitilmesiyle ilgili olarak kullanılıp yaygınlaşan oyun, genellikle kralın korumaları ve elit askerler arasında rağbet görmüştü. Craig’e göre bu oyun Asya’da doğmuş ve Persia ’da gelişerek tüm dünyaya yayılmıştır. Manipur, Hindistan ve Pers kültürleri, artık bu oyunların gelişip ortaya çıktığı ilk dönemleri yansıtmaktadır.
Yukarıdaki bilgiler kapsamında, oyunun Doğu’dan Batı’ya doğru yayıldığını anlamak pek zor olmasa gerektir. Ancak, bu bilgilerin de yeterli olmadığı, keşfin daha da eskilere dayandığı, kanısındayız. Zira bu tür keşifler, bir rastlantıdan çıkıp, yüzlerce, hatta binlerce yıl değişip gelişen kurallarla zevkli hale gelmiş ve son şekillerini bulmuşlardır.
Her ne kadar Hindistan’a bağlı bir eyalet olsa da, Manipur’ların, kökende bir Uzak Doğu halkı olduğu açıktır. Bu halkın “sagol Kan gje” olarak adlandırdıkları polo oyunu için konan bu ismin, “PULU” adından da önce, kökene en yakın isim olduğu anlaşılıyor. Mutlaka bir anlama dayalı olan bu ismin, oyunun kökenini anlayabilmemiz için, bizlere bir yolu işaret ettiği kanısındayız.
a, b. Endonezya adalarından Yeni Gine’de, Sago palmiyesi yapraklarının hidrolize edilmesiyle yapılan ve unlu bir yiyecek olan sago’lar, elde yuvarlatılarak, yan taraftaki torbada biriktiriliyor; c. Yeni Gine’de bir çocuk, otomobil lastiğini tekerlek şeklinde kullanıp oyun oynarken, idareyi iki elinde tuttuğu sopalarla gerçekleştiriyor. (www.ski-epic.com/.../index.html).
Enzim, kimyasal tepkimelere neden olan ve onları hızlandıran, genelde protein yapısındaki organik besinlerdir. Bunlar, kimyasal reaksiyona (çözülme) sokulmaları halinde, üretim aşamalarında gösterdikleri tepki nedeniyle, işlenmeleri sırasında zorluklar çekilmektedir. Bu nedenle, reaktör olmalarına bir şekilde dokunulması (müdahale edilmesi) durumunda, ürün aşamasının ardından hareketlenmeleri (değişim geçirmeleri) sağlanarak tekrar kullanılabilir bir hale gelirler. Bunlardan biri de, sago palmiyesinden elde edilen kuru granürlü Sago unudur. Yukarıdaki resimlerde, bir sago palmiyesinin gövdesinden büyükçe bir kanal yapılmış. Yeni Gineli kadın, kan ala belli bir eğim verip onu sabitleyerek, sago yapraklarını kan ala yatırmış, yaprakların suyla reaksiyona girmesini sağlamaktadır. Yapraklara ezme suretiyle teker teker müdahale ederek, bünyelerindeki enzimlerinin ayrışmasını sağlıyor. Enzimlerinden ayrılıp işi bitmiş yapraklar, oluğun altındaki bir torbada biriktiriliyor. Bu işlem, bir kere kullanılmış olan yaprakların tekrar reaksiyona sokulacağı anlamına gelmektedir. Sonuçta elde edilen ıslak Sago ununu, elinde toplayarak, bunları yoğurup top haline getirdikten sonra, kan alın kendi tara fındaki yüksek bir yere asılı torbasına yerleştirecektir. Sonuçta, sago’lar kurutulmak üzere güneşe serilirler. Sergiye konan sagoların güneş görmeyen yan, ya da alt bölümlerinin kurumasını temin etmek üzere, ortada kalan ve elle ulaşılamayacak olanlarına, uzun sopalarla müdahale edilip yuvarlanmaları sağlanmakta, böylece tümünün kuruması temin edilmektedir.
Sago palmiyesi.
Tüm bu işlemler, özellikle de kuruma aşamasındaki sagolara sopalarla müdahale anı, özellikle çocukların seveceği bir oyun tarzına işaret etmektedir. Biz bu tür bir oyunun “sagol Kan gje”,[341] yani polo oyununun en ilkel şeklini oluşturduğunu düşünüyoruz. Yine Yeni Gine’den, konuyla ilişkili gördüğümüz yukarıda üçüncü resimdeki (c) çocuğun, bir otomobil lastiğini elindeki iki sopayla idare ede rek ortaya çıkardığı oyun, çocukların bu konudaki hayal güçlerinin etkinlik ve çeşitliliğine işaret ede n en güzel örneklerden birini oluşturduğu kanısındayız.
a. Pirinç ununa sarılarak yapılmış bir sago tatlısı; b. İnci sago’su.
Diğer yanda, Japonya, Çin ve Uzak Doğu’nun çeşitli ülkelerinde, özellikle pirinç ununa sarılarak çeşitli malzemelerden yapılan bir çeşit tatlı türleri de, top şeklinde sarılarak “sago” adıyla anılıyorlar. Buna benzer şekilde pirinç unundan yapılan pirinç keklerine de “kan ji” deniyor. Japonların bu tatlıları hashi’lerle (chopstick-yemek çubukları) yedikleri düşünüldüğünde, doğal olarak polo oyunundaki sopa-top ilişkisi. akla gelmektedir
Sonuç olarak, “sagol Kan gje” ve “sago-kanji” arasında bir ilişki olduğu, ve önce PULU adını taşıyan bu oyunun kökeninin Uzak Doğu olduğu açıktır. Zaten öncelikle şamanist inançlara sahip Manipur’ların geldikleri yerin de, Uzak Doğu olduğunu anlamak pek zor olmasa gerektir.
Manipur dili Meetei Mayek (Meithei Mayek, Maitei Mayek, Manipuri) yazısı olarak tanımlanıyor.[342] Bu yazının Abugida (Syllabary) yazı sistemi içinde değerlendirilmesi dikkat çekicidir.[343] Meetei Mayek yazısındaki “Mayek” ismiyle benzeşim göstermesi yanında, dilbilimsel (linguistik) anlamda Maya’larda da saptanan bu yazı tipi, aynı zamanda Tokar yazısıyla aynı özellikleri taşımasına ek olarak Ethiopia yazı sistemini de temsil etmektedir.[344] Maya yazısı, temelde logogram sistemine dayalı olsa da, büyük oranda syllabik bir dildir.[345]
Tokar yazısından çıkan diğer yazıları gösterir şema:. 1= Ji Xianlin ile Georges- Jean Pinault ve Werner Winter’in işbirliğiyle, Çin Xinjiang Müzesi’nde sergilenen Tokar “A”, yani Maitreyasimiti-Nātaka yazısı içeren, tekrar gözden geçirilmiş parçalar; 2= TITUS: Tokar ve Mark Dickens’in Berlin Turfan Koleksiyonu’ndaki eserleri - www.wordgumbo.com/ie/cmp/toch.htm Tokar “A” dilinden - İngilizceye […]; 3= Uzak Doğu ve Afrika Araştırmaları Okulu Bülteni; 4= Çin Zingjiang Müzesi’ndeki Tokar “A” Maitreyasamiti – Nātaka yazısı içeren parçalar; 5= […]. Tocharian script: (www.pakistan--karachi.info/Tocharian_script). Uyarlama.[346]
Abugida yazısı, alphasyllabary olarak da adlandırılmaktadır.Sessiz harflere dayalı, bölünerek yazılan bir yazı sistemidir. İçerdiği sesli harfler, ikinci derecede önemli tutulmuş zorunlu harflerden oluşmaktadır. Ancak, alfabenin kökeninde yatan bu zıtlık, sesli ve sessiz harfler ile sesli işaretleri mevcut olmayan, ya da isteğe bağlı olan abjad sistemini[347] de eşit statüye getirmektedir. Bunlar en azından, yazım kurallarını ele alışları bakımından, her üçü de genel olarak alfabe olarak kabul edilmişlerdir.Abugida, Güney ve Güneydoğu Asya’da kullanılmış olan yazıların, yaygın Brahma dil ailesi içinde kabul görmüşlerdir.
Şimdiye kadarki bilgilerimize göre, dünyanın ilk alfabesi olan yazı dili Tokarca’dan doğan dil aileleri ve bu dili konuşan topluluklar: 1= Ptolemaios I. Soter;[348] 2= Tokar’ların bir (Tusharas, Tukharas, Togarma, Swāñce, Swāñco,Swance, Güneş Birliği, Güneş Ülkesi, Kuğu Ülkesi) kolu olan Yuèzhi’ler (Yüe – chih);[349] 3= Fonetik olarak Tokar dili, Indo-Avrupa dilinin merkezini oluşturmaktadır. Bunun anlamı, Plato-damaksıl sessizleri karıştırıp birleştiren bu dilin, pla […] ve benzer oluşumlarıyla, Indo-Avrupa dillerinin proto tipini oluşturduğudur; 4= Aurel Stein tarafından gerçekleştirilen t[…]’de, Tarım havzasındaki arkeolojik keşiften bu yana yapılan çalışmaların ardından, Tokar dili ve alfabesinin varlığı, artık kuşku götürmemektedir; 5= Dil aileleri ve diller, - Tokarlar, -Tokar ve Indo-Avrupa Çalışmaları, - Başvurulacaklar […]; 6= Büyük Britanya ve İrlanda Kraliyet Asya Araştırmaları Derneği Dergisi. 1913, s.109120. –Mallory, JP. Ve Victor H. Mair. Th […]; 7= Tarım havzası (Taklamakan çölü), Khem, Kem; 8= Tokar dilindeki isim çekimleri üzerinde, tekrar gerçekleştirilen ve çalışmaları tamamlanmış olan bu dilin, Indo-Avrupa dillerinin Proto-tipi’ni oluşturduğu açıktır […]; 9= […]; 10= […]; 11= To […] hakkında, şimdiye kadar bilmek istediğiniz her şey için Bkz. TITUS: Tocharian & - www.oxus.com/eyawtkat.htm Mark Dickens.[350] (www.pakistan-karachi.info/Tocharian_language). Uyarlama.
Ge’ez (Gəʿəz, az çok aynı biçimde Ethiopia’da kullanılan ifadesiyle Gi’iz), günümüzde Afrika boynuzundaki Ethiopia ’nın kuzeyi ile Eritrea bölgesinde gelişmiş Güney Antik Sami dillerindendir. Daha sonra, Aksum Krallığı ve Ethiopia İmparatorluk sarayının resmi dili haline gelmiştir.[351]
Dillerin ne denli canlı ve değişken oldukları göz önüne alındığında, en geç İÖ 4. binde Çin, Japonya, Toara adası ve Pasifik’teki adalar çizgisinde kullanılmış Tokar syllabik dil ve alfabesi kökende olmak üzere, Maya’larla Amerika kıtasına, Manipur’larla Hindistan, Aithiop’larla (Aith’ler, Eth’ler, Yanık’lar, Etiler) Aithiopia’ya, Yafet dilleriyle Mezopotamya, Kafkaslar yolundan tekrar Tarım havzasına (Khem-Kem) varan Tokar dilinin, İÖ 2000’lerde Tokar “B” dili şekline dönüştüğü görülüyor. Dil üzerine kurulu bu harita, İÖ 4. bin ortalarında İç Moğolistan’da meydana gelen Büyük tufan sırasında, Tokar Türklerinin göç yollarının açık göstergesidir.
Sonuç olarak Tsoukanisterion Byzantion’a, bu kültüre sahip olmayan Roma’dan gelmemiştir. Olasılıkla kentin kurulmasıyla yaklaşık bir tarihte Prookhthoi’deki aynı yerinde, belki açık bir alanda, daha sonra da etrafı duvarlarla çevrilip, polo atları için ahırların yapılmasıyla etrafı kapanan saha, Byzantion’lu Teukrilerin, Manipur’lardan sonra, fakat Hint ve Pers’lerden çok daha önce bu oyunu Byzantion’a yerleştirdikleri anlaşılmaktadır.
Zeus Hippios tapınağı (Zεύζ ιρρος, τό δημόσιον λοντ όν Zεύζ ίρρου, τετ άστοον τοũ Zεύζ ίρρου, Oktagonon, Soter Khristos tes khalkes- Güngörmez camii)
Zeus Hippios tapınağının tam görüntüsünü yalnızca Matrakçı Nasuh’un İstanbul Manzarası adlı eserinde görebiliyoruz.[352] Yapıyı tanıyabilmemiz ise, Schedel’in 1493 tarihli gravürü sayesinde olmuştur. Eserde, temenos duvarlarının içindeki tapınağın tasvirinde çekilen zorluk açıkça sezilmektedir. Henüz perspektif tekniğinden yoksun olduğu anlaşılan sanatçı, sivil mimariyi andıran bölümlerle ortadaki kubbeli bölümü, birbirlerinden ayrı yapılarmış gibi ancak betimleyebilmiş. Sultanahmet Akbıyık Caddesi’nde Constantinus’tan geriye kalan ender yapılardan biri olan Triklinos kandidat’ta (Adaylar triklinosu), İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nce gerçekleştirdiğimiz temizlik çalışmalarıyla buranın doğu bitişiğindeki Amiral Tafdil Sokak’ta 1998-99 yıllarında İstanbul Arkeoloji Müzeleri adına yaptığımız kazıda tespit ettiğimiz Nea Ekklesia kilisesine ait mekânların ardından, bölgedeki Bizans yapılarının, günümüz kent plânındaki yerlerini, adresleri itibariyle saptama imkânını bulabildik.[353] Zeus Hippios tapınağı da bunlardan biriydi.
Gyllius bu tapınağı Oktagonon olarak çok aramış, fakat bir türlü bulamamıştır. Yapının yanından geçmesine karşın, o zamanlar Cebehane olarak askeri amaçlarla kullanılan yapıya girmesine olasılıkla izin verilmemiş olmalıdır. gerek Schedel ve gerekse Nasuh’un eserlerini incelediğimizde, yapıdaki oktagonon (sekiz köşeli) plânı görmememiz olası değildir. Yapı bu özelliğiyle, şaşırtıcı bir biçimde Aztek’lerin Hisoria Tolteca Chichimeca’sında yer alan resimde, aynı Hippios’un plânında olduğu gibi, girişle beraber oktagonon’a işaret eden mağaralar topluluğunu andırmaktadır.[354]
Esin, mimarideki kubbe inşaatlarının başlangıcı ile ilgili olarak şöyle diyor: “Kubbe-i Türkiyye terimi, Prof. Hamidullah’ın lütfedip bana açıkladığı gibi, Hicaz ve Medâin’le ilgili anlatımlarda İslamın en eski kayıtlarında görülür ve büyük dallardan, sazlardan ve kamışlardan yapılıp üzeri keçeyle kaplanan kubbeli Türk çadırının geleneksel çerçeesini çizer. Bu çadır inşa etme yöntemi görünüşe bakılırsa Arabistan’da biraz değişikliğe uğramış ve kubbeli çadır için hurma ağacı dalları… (huss) kullanılmıştır.
Sahih bir hadise göre, Peygamber birçok kez ‘Türk kubbesine’ (Kubbe-i Türkiye) çekilip ve oruç tutmuştur”.[355]
Yazar diğer bir yerde de şunları söylemektedir: “Chou’larda sekiz köşe, yeryüzünü temsil ediyordu. Dünyayı sekiz köşeli bir yer olarak tasavvur etme geleneği, Orta Asya’da Türkçe kuzedgüci (lokapāla) denen ve dört yönle dört köşeyi muhafaza ettikleri sanılan alp tanrılar kavramıyla birlikte gelişti. Sakınç (murâkabe) halinde, dünyayı gözü önünde canlandıran arvışçı (sihirbaz rahip) şöyle diyordu:
Tört yınġak, tört bulung, sekiz yıngak bolur.
(Dört yön [ve] dört köşe sekiz yön eder.)
… Hiung-nu ve Türk çadırının yuvarlak yatay bir bölümü, çeşitli şekilleri olabilen sivri tepeli ya da kubbeli silindir biçimli bir gövdesi vardı. Ana unsur, kamış örgüden ya da kirişlerle tutturulmuş tahta parçalarından oluşan esnek bir kafesti. Çadır kurulacağı zaman dürülmüş haldeki esnek kafes açılıp silindir biçimine sokulur, üzerine kapağa benzeyen sivri tepelik ya da kubbe yerleştirilirdi. Bu kubbe ya da sivri tepeli bölümün ana parçası Türkçe çangırak denilen ve ışın yayan güneşi andıran içi boş ahşap bir kasnaktı”.[356]
Esin’den edindiğimiz yukarıdaki verilerin büyük çoğunluğunu Zeus Hippios tapınağında saptayabiliyoruz. Tabii çadırdan mimari yapılara dönüşmüş bu tür inşaatlarda, kubbeleri kazıklara bağlama gereği kalmamıştır. Ancak “Çangırak” denilen içi boş ahşap kasnağın (Procopius’un deyimiyle “Menoeides-Bicornis Luna”), hem Zeus Hippios ve hem de Hagia Sophia kiliseselerinin ana kubbelerinin de üstündeki varlığı, bu yapıların geleneksek Türk mimarisini yansıttıklarından başka bir anlam taşımamaktadır.
Çoğu bilim adamının bir rastlantı olarak görmezden geleceği bu mimari tasarımın, yine bazı bilim adamlarınca tamamen yok sayılacağını şimdiden imgeleyebiliyoruz. Ancak bu yöndeki geleneksel mimari gelişimi, Uzak Doğu’daki Yangshao kültüründe saptadığımız yurt (ger) tipi çadırların ardından, Nubia piramitlerinin dromos’u üzerindeki çadır çıkıntılarına benzer mimari unsurlar dahil olmak üzere, kültürel sürekliliğin her evresinde saptanabiliyor olması, dikkat çekici ve savımızı destekler içeriktedir.[357]
Zeuksippos hamamı (Ζεύζιππος, τό δημόσιον λοντ ον Ζευζίππου,
τετ άστοον τοũ Ζευζίπου)
Zeuksippos Hamamı, Müller-Wiener tarafından tetrastoon [τετράστοον][358] olarak nitelenen Augusteion’a Regia Revağı ile bağlanmaktaydı. Matthäus Merian’ın gravüründeki yapı dikkatlice incelendiğinde, kuzeye bakan peribolos’un üzerindeki pilastr ve cephe çökertmelerine işaret eden dikey çizgilerin devamıymış gibi görülen çizgilerin, Zeuksippos’un kuzey cephesinde, peribolos’a ait bir yükselmeye işaret etmediği dikkat çekmektedir. Yakından yapılan incelemelerde bu çizgilerin, Zeuksippos’un kuzey girişindeki dört adet sütunu tasvir ettiği, dolayısıyla tapınakların girişindeki tetrastylos [τετράστγλος][359] tarzına işaret ediyor olabileceği anlaşılmaktadır. Yapıda saptanabilen bu üslûp, banyo almanın Zeuksippos adına kutsandığı bir ibadet şekli olarak kabul edildiğini ortaya koymaktadır. Yani Zeuksippos hamamı, yalnızca sıcak banyo alınan bir hamam değil, yıkanırken çıkan buharlarla Zeus’un temsil edildiği, dolayısıyla yıkanan kişiyi saran buharlarla Bulut tanrı Zeus tarafından etrafı sarılan insanın, tanrılar tanrısına bir çeşit tapınması olayını içeriyordu. Bu saptama, Zeuksippos hamamının Byzantion’daki varlığına işaret eden en önemli belgedir. Roma hamamlarında görülmeyen bu tinsel içerik ve tetrastylos tapınak girişi şeklindeki plân, hamamın, Byzantion döneminden Roma’ya miras olarak kalan yapılardan biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Burada önemli olan diğer bir nokta, Zeuksippos’un üzerinde yer alan üç adet yüksek kule şeklindeki çıkıntılardır. Hamamın büyüklüğü göz öüne alındığında, bu mimari ögelerin, Hipokaust’ta (ηιπωκαυστ, Hypocaust-Suspensura, Külhan, Cehennem, Halvet)[360] yakılan büyük orandaki yakıta ait atık enerjinin, aynı oranda büyük tutulan bacalara ait olduğu, kuşku götürmemektedir. Civardaki hiçbir yapıda benzerlerine rastlanmayan bu bacaların bir örneğini, Fatih’in Çinili köşk’ünde de görüldüğü gibi, Erken Osmanlı mimarisinde de kullanılmış olduğuna tanık olmaktayız.
Kuzey Kore’de geleneği çok eskilere dayalı, kuşkusuz volkanlardan esinlenerek evlere uygulanmış olan Ondol ısıtma sistemleri: a= Suwon’da, faal durumdaki bir Ondol’dan çıkan dumanlar ve çatı altına istif edilmiş odunlar; b= Ojukon’da Ondol’lu bir ev; c= Yine Ojukon’da, Ondol’lu bir mutfaktan görünüm. Ondol’dan elde edilen ısıyla evlerin tabanları, dolayısıyla tüm evin ısınması sağlanmaktadır.
Antik Akdeniz kültürlerinde, şimdiye dek saptanabilen ilk banyo sistemini, İÖ 1700’lerde Girit Knossos sarayında görüyoruz. Roma imparatoru Titus Flavius Vespasianus’a kadar (30-81) evlerde özel, ya da komşu evlerde yaşayanlarla ortak olarak kullanılan banyolar, ısıtma sistemlerinden uzaktılar. Roma kültüründe Hipokaust (Hypocaust) sisteminden uzak da olsa, ilk banyo yapılarını Titus Flavius Vespasianus (30-81) döneminde, “Thermae Titi”, ya da “Titus Banyoları” ve Markus Ulpius Trajanus (52-117) döneminde, Damaskos’tan Suriyeli mimar Apollodoros tarafından inşa edilip 110’da tamamlanmış “Thermae Traiani”de saptamaktayız. Thermae Traiani, bir takım banyo havuzlarına sahipti. Yapıda, tepidarium (ılık alan), caldarium (saunaya benzer sıcak havuz), frigidarium (soğuk havuzlar), gymnasion ve apodyterium denilen soyunma yerleri vardı. Alt yapısında masif bir sarnıçla hizmetkar köleler için bir takım odalar içeriyordu. Ancak o da, Titus banyoları gibi Hipokaust sisteminden yoksundu. Havuzlardaki sıcak su, sülfürlü sıcak su kaynağından gelen suyla dolduruluyordu.
Roma’da ilk Hipokaust sistemine sahip hamam, Septimius Severus’un en büyük oğlu imparator Lucius Septimius Bassianus’un (daha sonraki adı, Marcus Aurelius Severus Antoninus, 188-217) adıyla anılan ve inşaatı 212-216 yılları arasında süren Caracalla hamamıdır. Bu hamamın inşa tarihi, Septimius Severus’un (193-211) 196-199 yılları arasında İstanbul’da olduğu göz önüne alındığında, yapımına başlattığı söylenen Zeuksippos hamamının inşa tarihinden sekiz ilâ yirmi bir yıl sonrası gibi çok kısa bir zaman aralığını kapsıyor. Hipokaust sisteminin ancak bu tarihten sonra Roma’da görülmesi, Byzantion dönemindeki eski Zeuksippos hamamının Hipokaust sistemine sahip olduğu ve sistemi buradan öğrenen imparatorun durumu oğlu Caracalla’ya iletmesiyle, Roma’nın ilk Hipokaust sistemli thermae’sinin inşa edildiğine işaret etmektedir. Bundan sonra Roma’da kurulan ikinci Hipokaust sistemine dayalı hamam ise, Gaius Aurelius Valerius Diocletianus’un (244-311) yaptırdığı Diocletianus hamamıdır. Dolayısıyla, Septimius Severus’un Hipokaust sistemli Byzantion’un Zeuksippos hamamını görmeden, 212 yılından önce Roma’da bu sisteme dayalı bir hamamın olmadığı ortadadır.
a. Roma’nın ilk hamamlarından, birbirlerine bitişik inşa edilmiş Titus ve Trajan banyolarının plânları; b. Diocletianus banyosu plânı.
a. Thermen van Trajanus – Wikipedia: (ni.wikipedia.org/wiki/Thermen_van_Trajanus).
Antik Anadolu, Yunan ve Roma mimarilerinde saptadığımız ve Hipokaust sistemi olarak bilinen hamam geleneğinin ilk örneklerini, Hipokaust’tan yoksun olarak İÖ 5. yüzyılda Kıbrıs’ta Vovins hamamında tespit edebiliyoruz. Delphoi’de İÖ 5. yüzyıl sonu, 4. yüzyıl başlarında ise ilk kez, ortaya konan bir soba vasıtasıyla elde edilen sıcak hava ve su vasıtasıyla banyo yapıldığı saptanmıştır. Yapının yuvarlak planlı (tholos) ya da kubbeli olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yok. Ancak, ortaya konan sobanın bizlere yurt (ger) tipi Moğol ve Türk çadırlarında, ateşin orta bölümde yakıldığı bilinen yurt’un en kutsal yeri, yani Gal Golompt’u (Hades, magma) hatırlatıyor olması dikkat çekicidir. Hipokaust’un en ilkel örnekleri İÖ 323-31 yıllarını kapsayan Hellenistik, en gelişmiş örneklerini ise, Byzantion Zeuksippos hamamını saymazsak, Roma döneminde 1. ve 2. yüzyıllarda görmekteyiz. Tüm kültürlerin ikinci kökeni olarak savladığımız Ethiopia ve Mısır’da bulunmaması nedeninin, bölgeye hakim sıcak hava olduğu açıktır.
a.Roma’nın ilk Hipokaust sistemli Thermae’si. Caracalla hamamı (212-216). Plân; b. Hamamın kuşbakışı yapılmış bir restitüsyonu.
Roma ve Bizans dönemlerinde en gelişmiş örneklerde, Hipokaust sistemindeki bir Balnea’nın (βαλανείον- Thermae- Hamam) önemli bölümleri şöyledir (Bkz. Pompei hamam plânı): Vestibulum, atrium (A, avlu) ve üstü örtülü portiko’dan giriş (g, g); apodyterium (B, soyunma giyinme yeri); frigidarium (C, soğuk banyo); tepidarium (D, ılık banyo); caldarium (E, sıcak banyo); kadınların ılık banyosuyla bağlantılı Caldarium’u (F, sıcak banyo); kadınların tepidarium’u (G, ılık banyo); kadınların apodyterium’u (H, soyunma giyinme yerleri); kadınların frigidarium’u (J, soğuk banyo); sıcaklamış insanların çıktıkları diğer bir avlu (K); bazı hamamlar sudatorium (nemli buhar banyosu ve laconium (kuru buhar banyosu= sauna) da içeriyorlardı; Hipokaust (a, a2, a3); kadınların hamama giriş kapısı (b); doğrudan ocağa ulaşan, erkekler için diğer girişler (c, c2); oikos veya oecus (f, ev, banklı oda); üstü örtülü portiko (g, g); “b” kapısıyla bağlantılı diğer bir vestibule (m, küçük giriş); latrina (x, tuvaletler).
Hipokaust sisteminin benzerlerine Uzak Doğu’da Kore’de rastlamamız ilgi çekicidir. En geç, günümüzden iki bin beş yüz yıl öncesine, yani İÖ 500’e tarihlenen bu sisteme Koreliler “Ondol” diyorlar. Evlerin alt bölümlerinde, ya da mutfaklarında yakılan ocaklar, bu evlerin Hipokaust’unu, yani halvet’i oluşturuyor. Evlerin tabanının altından geçen Ondol boşluklarından dolaşan sıcak hava sistemi, tüm evin ihtiyacını giderdiği gibi, mutfaklarda yemek pişirme ve sıcak su gereksinimlerini de karşılıyor. Son araştırmalar, bu sistemin Alaska’da da kullanıldığını göstermiş.
Roma’ya 20 km mesafedeki Antik Ostia kentinde, umumi latrina (tuvalet) odası kalıntıları. Duvarlardaki çapraz tuğla örgü desenleri dikkat çekicidir.
Sistemin, bölgede İÖ 4000-3500 arasında oluşan Marduk olayı sırasında fışkıran volkanlardaki lavlar ve bunların merkezindeki magma tabakasının (Aidoneus-Hades) örnek alınarak ortaya çıkarıldığı kanısındayız. Biz Ondol’ların İÖ 500’den çok daha önceye, yani bu müthiş felâketten önce de, yer yer faaliyet göstermiş olan volkanlardan örneklenerek evlerde faaliyete geçirildiğini, bu nedenle de en geç İÖ 3500’e tarihlendirilebileceği kanısındayız.
1890’larda çekilmiş bu fotoğrafta, Çinde bir Kang üzerinde oturup dantel ören kadın ve çocuklar görülüyor.[361]
Bir örneğini Çin’deki İÖ 5000-3000 arasında varlığını sürdürmüş Yangshao kültüründe gördüğümüz ve bölgede daha sonra yaşamış olan Moğol ve Türklerde günümüze kadar süregelen yurt (ger) denilen çadırlarının merkezinde Gal Golompt’u temsil eden kutsal ateş düşünüldüğünde, Ondol sisteminin ne kadar eskiye dayandığını anlamak pek güç olmasa gerektir.
Stonehill, Sibirya, Moğolistan ve Kuzey Çin gibi soğuk bölgelerde, “Kang” olarak adlandırılan, yerden 20- 30 cm kadar yükseltilen, tuğladan yapılmış platformların üzerinde, alttan yakılıp üzerinde yemek de pişirilebilen bir ısıtma sisteminden bahsediyor. Sistem, gün içinde aralıklarla, geceleri ise üzerine yatakların kurulması sırasında, daha uzun zaman aralıklarında ısıtılarak kullanılmaktaymış. Sistemin Ondollardan farklı olmakla beraber, ana prensiplerde aynı olduğunu görüyoruz.[362]
Kang tipi ısıtma sisteminin, Çin’de Xi’an Banpo kültürüne ait yapı kalıntılarında gerçekleştirilen arkeolojik analizlerden elde edilen verilere göre, Çin’de Neolitik döneme ait olduğu saptanmış. Sistemin, “huoqiang” olarak adlandırılan ısıtılmış yataklara dayandığı anlaşılıyor. Kazılarda ele geçen yatak 10 cm kalınlığında, taban üzerinde döğülmüş kilden oluşmuştur. Yatak, taban üzerinde “zhidi” denilen bir sistemde, önceden yakılan açıktaki bir ateşle basitçe ısıtılıyor, taban üzerinde biriken küller uyku öncesi temizlendikten sonra, yatak uyumaya hazır hale getiriliyordu.[363]
Pompeide saptanan bir Roma hamamından ayrıntı:
Thermae – Wikipedia, the free encyclopedia: (en.wikipedia.org/wiki/Thermae).
Banpo (半坡; Pinyin: Bànpō) kültürü, Çin’de Xi’an’ın doğusunda, Hoang-Ho (Sarı nehir-Mit. Pyrphlegeton) üzerinde yerleşik olarak 1953’te keşfedilmiş bir arkeolojik yerleşimdir. 50, 000 m²’lik alanı kapsayan kültüre ait kazılar 1954-1957 yılları arasında sürdürülmüş. Yaklaşık olarak İÖ 4500’e tarihlenen kalıntılar, iyi organize edilmiş birkaç Neolitik yerleşimi birlikte içermektedir. 5-6 hektarlık alanın etrafı, beş ya da altı metre genişliğinde müdafa amaçlı hendeklerle çevrilidir. Evler çamur ve ahşap karışımıyla inşa edilmiş, yuvarlak plânlıdır. Çatılarının saz, saman ya da yapraklarla örtüldüğü anlaşılmıştır. Bunlar, derin olmayan temellere sahiptirler. Toplu mezar alanları vardır. Banpo kültürü, yerleşim tipi itibariyle Yangshao kültürüyle doğrudan ilişkilidir. Arkeolojik anlamda Banpo’nun birinci evresiyle Yangshao kültürünün İÖ 5000- İÖ 4000 arasındaki evresi büyük benzerlikler göstermektedir.
Yangshao kültürü, İÖ 5000-4000 yılları arasında, benzerlerini ancak Anadolu-Yunan kültürlerinde İÖ 2000’lerden başlayarak gördüğümüz amphora, son derece ince gövde ve kenarlı pişmiş toprak keramik ve vazoları, ardıllarını Eti’ler (Aith’ler) ve Troia’lılarda saptayabildiğimiz gaga ağızlı testileri, yeşim ve turkuaz taşlarındaki usta işçilikleri yanında, toprağı sabanla işleyebilen, hayvancılığı gelişmiş bir Neolitik-Kalkolitik kültürdü. Kalkolitik kültürler dışında, zaman açısından bu kültürle aynı dönemleri taşıyan Batı’daki hiçbir Neolitik kültür, Yangshao kültürü seviyesine erişememiştir. Ancak her zaman iddia ettiğimiz gibi, İÖ 4000-3500 yılları arasında bölgede gerçekleşen karni ve Büyük tufan olaylarının, yaklaşık olarak aynı tarihlerde, bu kültürün varlığına son verdiği anlaşılıyor.
Bu kapsamda, İÖ 1700’lerde Girit Knossos sarayında saptanan banyo sisteminin, Uzak Doğu kaynaklı olduğu ortadadır. Sistemin gelişmesini, tarihsel olarak şöyle sıralamamız mümkündür:
1. İÖ 5000-4000 yılları arasında, Yangshao-Banpo kültüründe “Kang” tipi ısıtma sistemi.
2. İÖ 500’lere dayandığı savlanan, ancak Banpo kültürünün varlığıyla kökeninin çok daha eskilere, en geç İÖ 3000’lere dayandığı iddiamıza kanıt oluşturan, Kore’deki “Ondol” tipi ısıtma sistemi.
3. Girit’te İÖ 1700’lerde saptanan banyo sistemi.
4. İÖ 5. yüzyılda Kıbrıs’ta, ısıtma sistemlerinden yoksun Vovins hamamı.
5. İÖ 4. yüzyılda Delphoi’de, ortaya konan soba etrafında, ilk ısıtmalı banyo sistemi.
6. İÖ 4. yüzyıl (±) ile Septimius Severus (196-199) arasında Byzantion’da Hipokaust sistemli kutsal Zeuksippos hamam tapınağı.
7. Titus Flavius Vespasianus’a kadar (30-81), Roma’daki evlerde, özel ya da komşularla ortaklaşa kullanabilen, ısıtma sisteminden uzak banyolar.
8. 30-81 arasında, yine ısıtma sisteminden yoksun Titus banyoları.
9. Markus Ulpius Trajanus (52-117) döneminde, inşaatı 110’da biten Thermae Traiani. Doğal sıcak su kaynağından gelen suyla doldurulan sıcak havuz sistemli hamam.
10. Septimius Severus’un Byzantion Zeuksippos’unu yeniden restorasyonunun ardından, en büyük oğlu Lucius Septimius Bassianus’un zamanında (188-217) yaptırılan ve imparatorun adıyla anılan Caracalla hamamı.
Uzak Doğu’nun soğuk iklimini göç yollarıyla terk edip Afrika ve Akdeniz’in sıcak iklimine kavuşan bu insanlar, nesiller sonrasında geçmişte sahip oldukları gelenek, görenek ve kültürlerinin bir kısmını unutmuş olmalılar. Biz, geldikleri yolları unutmamış olan bu insanların, Delphoi’deki ilk Hipokaust sistemi benzerlerini, kökene yolculuk yapmış bazı kişiler vasıtasıyla, ya da çok yaşlıların atalardan kalma mit’lerinden öğrenip tekrar uygulamaya başladıkları sanısındayız. Zira hiçbir nen, uzun bir süre görsel ve fiziksel deneyim geçirmeden öyle birdenbire ortaya çıkıp uygulamaya geçemez. Bu deneyimlerin en uzun süre yaşandığı yer ise, kuşkusuz Uzak Doğu’dur.
a. Kore’de Ondol’lu bir evdeki sistemin işleyişini gösterir kesit; b. Ondol’lu bir evin varsayımsal banyosunu gösterir resim (?): 1= Sıcaklık su kazanı; 2= Kazandan su almaya yarayan büyük kepçe; 3= Ondoldan banyoya gelen ateş ve sıcak hava; 4= Soğuk suya sıcak suyun karıştırıldığı kurna, ya da leğen; 5= Leğenin içinden su almaya yarayan omphalos (göbekli hamam tası); 6= Tokmak (banyo oturgacı); 7= kerpiç döşeme taban.
Uzun süre Ondol’lu evlerin içinde banyolarının olup olmadığını araştırdık. Ancak buna ait bir yanıt bulamadık. Bunu iki nedene bağlamak olasıdır. Bu evlerde ya banyo yoktur, ya geleneksel aile içi yapıları bakımından son derece ketum olan Koreliler, ya evlerindeki banyolarını göstermekten çekinmektedirler, ya da yukarıdaki mutfaklarını gösterir resimde olduğu gibi, Ondol ocağının üzerindeki kazanlarda ısıtılan suyla, banyolarını mutfakta almaktadırlar. İkinci şık, bize oldukça uzak görünüyor. Her şeye karşın biz, olasılıkları göz önüne alarak, banyoları olsaydı, bunların teknik donanımları nasıl olabilirdi düşüncesinden yola çıkarak, Agungi’ye yakın olabilecek Ondol’lu bir banyonun tasarımını gerçekleştirmeye çalıştık. Tasarım mutfakla ilgili olarak da düşünülebilir. Tabii ki bu banyo, Byzantion ve Roma hamamları gibi değil, evlerdeki özel banyoları temsil etmektedir.
Kore’de Ondol’lu bir yapının kesitinde, Ondol’dan bacaya kadar uzanan bölümünün bile, belli bir evrim geçirdiği ortadadır. Ondol’un ağzında yığılı odun yığını, daha sonra yanan ocak (halvet), üstünde pişen yemek ya da kaynayan su; taş ve kerpiç yığınıyla yükseltilmiş hava akımının azalmasını dolayısıyla burada sıcak havanın depolanmasını sağlayan tümsek; evin tabanında giderek yükselen ara baca; son bölümde çift inişle sıcaklığı burada boğan çukurlar ve nihayette kerpiç tuğlalardan oluşturulmuş bir baca görmekteyiz. Buna karşın evin ara bacaya bakan alt bölümü; küçük taş sıralarının altına aralıklarla ve kısa mesafelerde açılan boşluklardan, evin tabanına ısıyı ulaştıracak şekilde yerleştirilmiş büyükçe kaba taşlar; bunun üstünde kaba kerpiç ya da toprak ve en üstte de ince kil ya da kerpicin döğülmesiyle sıkılaştırılmış taban kaplamasını içermektedir. Büyükçe taşların, şekilde görüldüğü gibi havada asılı olmadıkları, tıpkı Hipokaust sistemindeki üst üste yığılı tuğla sütunlar arasındaki boşluklar gibi boşluklar yaratarak, aralarından ateş, ısı ve dumanın geçmesini sağladıkları açıktır. Ondol’un, Korede İÖ 6. binden bu yana geçirdiği evrime karşın ilkel görünümü, Akdeniz’de gelişen Hipokaust sisteminin kaynaksal verilerini taşıdığını açıkça ortaya koymaktadır.
Zeuksippos hamamının yerinde, Byzantion döneminde Roma hamamları kadar büyük bir yapıya sahip olmasa da, Hipokaust sistemine sahip görkemli bir Byzantion hamam-tapınağının olduğu kuvvetli bir olasılıktır. Bu bağlamda, Byzantion döneminde Herakles ve Zeus Hippios gibi kutsal hieron ve bunların temenos alanlarına hemen bitişik durumdaki bir hamama, neden yer verildiği konusundaki problem açıklık kazanmış olmaktadır.
Hamamların bol suya olan gereksinimleri açıktır. Ne Septimius Severus ve ne de Constantinus’un yapıya su temin etmek için çalışmada bulunduklarına dair bir kayıt yoktur. Bu durumda, su yollarına önceden sahip olduğu anlaşılan hamamın yerinde, eski bir hamam yapısının bulunduğu açıklığa kavuşmaktadır. Aksi durumda hamam, “Zeuksippos” adıyla değil, inşaatı başlattığı söylenen Septimius Severus, ya da yaklaşık 330’da onu yeniden yaptırdığı söylenen Constantinus’un isimlerinden biriyle anılırdı.[364] Bu ifadelerden çıkarılabilecek sonuç, hamamın her iki imparator tarafından da, yalnızca tamir, tadilat ya da restorasyonlarının yaptırılmış olduğudur. Bunun yanında, Roma’da bulunmayan, ancak Byzantion’a hakim Zeus Hippios kültü nedeniyle imparatorların, hamama kendi isimlerini veremedikleri anlaşılmaktadır.
a. Bir Roma yapısında Hipokaust sisteminden ayrıntı: A= Ocak; B= Yapının altına, ocaktan gelen sıcak hava akışı; C= Odaların tabanını sıcak hava akımı için boşlukta tutmaya yarayan yaprak tuğlalardan yapılmış sütun ormanı; D= Etrafı su kesimli bir dikdörtgen içinde, baklava dilimleriyle tezyin edilmiş, alt bölümü tuğla sütunlarla destekli odanın tabanı. b. Aynı sistemden ayrıntı çizim: A= Ocak; B= Tuğla sütun altında oluşmuş sıcak hava boşlukları. Bu boşluklar sıcak yaz günlerinde taşıdığı soğuk havayla, yapının soğutmasını da temin ediyordu; C= Tabanı alttan destekleyen yaprak tuğladan örülmüş sütunlar; D= Destek taban tuğlaları; E= Yapıdaki bir odanın tabanı; F= Sıcak havayı, kalorifer örneğindeki gibi üst katlara taşıyan kutu şeklindeki tuğlalar.
Byzantion hippodromos’u (Ιππόδρομος τη̃ς Κ΄ πόλεως-
At Meydanı, Sultanahmet Meydanı)[365]
Yineleyerek değindiğimiz gibi, Roma imparatorlarının Byzantion’a gelmelerinin ardından, Bizans döneminin sonuna kadar olan süreçte, temelden yapılan inşaatlar dışındaki tüm temel üstü yeniden inşaat, tamir, restorasyon işlevlerini gerçekleştiren imparatorlar, Antik dönem yazarları tarafından ortaya konan eserlerde, onlara olan övgü sözleriyle birlikte, sanki o inşaatı ilk kez o imparator yaptırmış gibi bahsedilmiştir. Bunların, imparatorluk arşivlerindeki kayıtlara nasıl geçtiği hakkında bir bilgimiz yok. Ancak bu kayıtların da pek farklı olmadığı anlaşılıyor. Yoksa yazarlar, imparatorların eylemlerinden bu şekilde bahsedemezlerdi. Bu konuda tek sıra dışı tarih yazarının, hakkındaki dayanaksız ve varsayımsal iddiaların ötesinde Procopius olduğuna, daha önce değinmiştik.
Septimius Severus’un (193-211) Byzantion’daki varlığıyla Hippodromos’u inşa ettirmesinin de bu kapsamda değerlendirilmesinde fayda olacağı kanısındayız. Zira tüm Antik Anadolu kentlerinde olduğu gibi, Byzantion da Hippodromos’suz düşünülemez.
Perslerin Anadolu İon ve Yunan kültürleriyle yakından tanışması, Darius döneminde (İÖ 550-486), Pers İon ve Pers Yunan savaşları zamanına (İÖ 522 ve İÖ 492-449) rastlar. Bu iki ayrı kültürün arasındaki ilişkilerin önceden de var olduğu açıktır. Ancak, kültür alışverişi için hiç de azımsanmayacak yaklaşık yetmiş üç yıllık bu uzun süreç, her iki toplum arasında ilk kez bu kadar sıcak ilişkileri ortaya koymuştu.
Mithra kültüne ait bir mağara tapınağı. Ulansey’e göre, her Mithra tapınağının merkezindeki bir kaide, üzerinde “tauroctony” adı verilen kutsal boğayı öldüren Mithra tasviriyle onurlandırılmıştır. Son araştırmalarda, bu sahnelerin Pers’lerin geleneksel hayvan kurban etme sahnelerinden daha ziyade,tauroctony’nin kişiliğinde oluşturulan takımyıldızlarının sembolik olarak temsil edildiği bir tasvir sanatı olduğu ileri sürülmektedir. (Ulansey, 1991).[366] (www.crystalinks.com/mithraism.html).
Mithra, Perslerin büyük güneş tanrısıydı. Olasılıkla İÖ. 14. yüzyılda Hint tanrısı Mithra’dan Perslere geçen tanrı, Zend-Avesta’ya[367] göre evreni meydana getiren unsurlara hükmeder, öteki dünyada ölülerin ruhlarını tartardı. Tanrının Mısır’daki karşılığı Anubis’tir.[368] Bu tanrıya tapınmak amacıyla yapılmış yer altı tapınağı, mahzen, mezar ya da mağaralara Mithraeum deniyordu.[369] İÖ 522’de Anadolu, Darius‘un yönetiminde (İÖ 550-486) Pers hakimiyetine girmeğe başlamış, İÖ 499-494 tarihleri arasında İonya bu istilaya karşı koyamamıştır. İÖ. 13 Eylül 490 tarihinde Marathon savaşıyla başlayan Pers-Yunan ilişkileri İÖ 490, 480-479’a kadar sürmüştür. Hellenistik dönemde bu ilişki, İskender’in İÖ. 331’de III. Dara’nın kızıyla evlenmesinin ardından daha da gelişmişti. Bu ilişkilerden Yunan ve Roma kültürlerinin etkilendiği kadar, karşılık olarak Pers kültürünün de Paganizm’den çok büyük etkiler aldığı açıktır. Yeni Roma (Bizans) ve Pers’lerdeki bu etki, özellikle tinsel mimaride açıkça görülmektedir.
Septimius Severus’un Pers’lerin üzerine hiç seferi olmamış, yani Persia’da hiç bulunmamıştır. İmparatorluğu süresince yaptığı işleri şöyle sıralayabiliriz: İstanbul’da 196-199 arasındaki varlığından sonra, 199’da Mezopotamya vilayetini imparatorluğa katmış; 199-200’de Mısır’da, 206-207’de Afrika’da bulunmuş; 208-211’de İngiltere seferine çıkmış ve orada ölmüştür. Tabii onun, inandığı Mithra kültü hakkında bilgi sahibi olduğunu yadsımak istemiyoruz. Ancak bu bilgilerini, Hippodromos gibi muhteşem bir yapıya uygulayacak kadar olgunlaşmış olup olmadığı konusunda kuşkularımız var.
Oysa Byzantion ve onu kuran Megara ’lılar, Pers kültürüyle çok yakın ilişkileri, hem de uzun bir süre bizzat yaşamışlardı. Ayrıca coğrafi konum bakımından bu kültüre, gerek Yunan ve gerekse Roma kültürlerinden çok daha yakındılar. Üstelik Anadolu kökenli olmaları, Şamanizm kaynaklı pagan inançlarının temeline dayalı bu dini anlamalarını, çok daha kolaylaştırıyordu. Romalıların, Yunanlılardan farklı olarak geçmişlerine olan meraklarını, Nero, Commodus, Septimius Severus, Caracalla ve Tetrarch’ların bu dine olan bağlılıklarından anlıyoruz.
Sunakların üzerinde, ya da duvarlarda yer alan freskolardan birindeki Mithra’nın tauroctony (boğa) kurban sahnesinden görünüm.
Mithra kültünün en erken evresi, bu döneme ait oldukları saptanan keramiklere göre 80-120 yılları arasına rastlıyor. Bu tarihler, Perslerin Anadolu ve Yunan kültürünü Darius dönemi olan İÖ 486’da tanımalarından bu yana geçen 566 yıl sonrasında, onlara kendi mitolojilerindeki bir şeyleri hatırlattığını ortaya koymaktadır. Hatırladıkları bu mith’leri taşıdıkları yeni tür “İon-Yunan-Pers” üslûbu diyebileceğimiz eserlerinde de görmek mümkündür.
Musei Capitolini’de, Septimius Severus büstü.
Güneş semboü olarak bilinen Mithra ve onun dini Mithraism’in, Hindistan’da İÖ 1200’lerde ortaya çıkan Krishna diniyle Anadolu mitoslarının birleşimi olduğu anlaşılıyor. İnançlarını tanımlayabilmeleri, hem Doğu’da ve hem de Batı’daki tinsel kavramların kökenlerinin aynı olduğunu görmeleriyle birlikte pekişmiş. Doğal olarak bu tanımlamalara, geçmişlerini yadsıyan Yunanlıların yardımcı olmadıkları, ya da olamadıkları ortadadır. Zira geçmişin masallaştırılmış gerçekleri gerçek olmaktan çıkmış, böylece bulanık suya dönen geçmişlerini yadsımaları daha bir kolaylaşmıştır. Ancak Mithra dinine bağlı Pers’lerin böyle düşünmedikleri anlaşılıyor. Geçmişlerine olan meraklarını bir türlü kaybetmeyen Roma imparatorları, Mithra dininde geçen bazı olaylardaki gerçekleri sezinleyip, ona ve kendi mitoslarına olan inançları, aynı Eti’ler, Büyük İskender ve Pers’lerde olduğu gibi güçlenmişti. Septimius Severus da bunlardan biriydi.
Günümüzde Tibet öküzü veya yak denilen Tüylü kotuz (buka, kotas, kutas, hotaz, hotoz).
a. (upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/...).
b. Yak-Britannica Concise: (concise.britannica.com/ebc/article-9383062/yak-18k).
Mith>r(e)a(l)<ism, adından da anlaşılacağı gibi, Erg (Akheron) nehrinde ölen Geçmiş- göçmüşlere, yani mith’lere değil, gerçek olaylara dayalı bir dindi. Bu dine inananların, mitolojilerine bakarlarken, akıllarında soru işaretleri bırakan mitoslardaki masalsı anlatımlardan kurtularak, bunların birden açıklığa kavuştuğu, sorularının yanıtlarını alıp rahata erdikleri, eserlerine yansıttıkları konulardan hemen anlaşılıyor. Bu olayı, geçmişteki gerçekleri Hurri’lerden Puduhepa ile evlenen IV. Tudhaliya ile birlikte Etiler de yaşamıştı. Bu dinde her şeyden önce dikkati çeken unsur, mağaralarda inşa edilen Mithra tapınaklarının, tıpkı Aztek’lerin Historia Tolteca Chichimeca kodeksinde yer alan “Yedi mağara” resmine gönderme yapıyor olmasıdır. Tapınakların içindeki sunak, doğrudan boğa kültüne yani Tüylü kotuz’a (Hapis, Hapi-ankh -Apis, Boos, Bous, Tauros- Yak öküzü) dayanmaktadır.
İon-Yunan-Pers üslubundaki bir yüksek kabartmada şaman Mithra, Apollon ve Demeter’e Tüylü kotuz’u (tauroctony- Hapis, Hapi-ankh-apis öküzü) kurban ederken görülüyor. Sahnenin, Ulansey’in dediği gibi takımyıldızlarıyla bir ilgisinin olmadığı anlaşılmaktadır. Zira sol üst köşedeki Apollon, Uzak Doğu’daki karni (Marduk) olaylarının ortaya çıkardığı büyük felâketteki Apollon Karneios,ya da Phoibos Apollon’u; sağ üst köşede tasvir edilen güzel belikli Demeter ise, bölgeden kaçıp, dünyanın diğer yerlerinde bereketi bulmuş insanları temsil etmektedir. Demeter’in arkasında görülen Bous boynuzları, Tüylü kotuz’un onun kutsal hayvanı olduğunu, Mithra’nın bu nedenle en değerli hayvanı onlara kurban ettiğini göstermektedir. Aşağıdaki diğer bir tasvirde, Demeterin etleri parçalanan Bous’a bakamayarak başını çevirmesi bu yüzdendir.
Mithraic Mysteries – Wikipedia, the free encyclopedia: (en.wikipedia.org.wiki/Mithraic_Mysteries).
Çalışmanızı son derece etkileyici buldum. Çünkü bizim akademik yapının aksine spekülatif olarak nitelendirilebilecek ilişkilendirmeler yapmaktan çekinmemişsiniz. Bunun ufuk açıcı yönü ortada. Mesleğim olan mimarlık alanında da daraltıcı analitik salt kanıtlanmış olgulara dayanan akademik çalışmalardan çok daha zenginleştirici olduğu açık. Kutlarım. Yılmaz Kuyumcu yilmazkuyumcu@yahoo.com
YanıtlaSil