31 Ekim 2010 Pazar

BÜYÜK TUFAN (BÜYÜK ZEVAL) II

                                                              
Fig.14: a= Bir Yunan vazosu üzerinde Siyahi Dionysos (Taharka Aesiopis), karşısındaki Rodophos’a (Thyia=Servi ağacı) şarap ikram ediyor. b= Martin Bernal’e göre, siyahi Athene (Tritogeneia).[103]
a.Thyia:Tree of Wisdom: (www.viewzone.com/thyia.html-20k).

Afrika’da Aithiopia, Büyük tufan sonrası Nuh’tan kalma verilerle dolup taşıyor. Verilerden biri, Asya kökenli iki hayvan üzerindeki (at ve eşek) saptamalarımızda ortaya çıktı. Bunlardan ilki, Avrupalı zoologların da dikkatini çeken Equus caballus linnæeus ve Equus stenonis cochi adlı atlardır. Yapılan araştırmalardan elde edilen sonuç ise,  Avrupa’nın fosil atlarından olan bu her iki türün, Avrupa’ya Kuzey Afrika’dan geldiği şeklindedir. Equus stenonis’e ait günümüzdeki en eski fosil kalıntısı İtalya’da bulunmuşsa da, bu veri, gelecekte Asya’da bulunabilecek daha eski bir fosilin ortaya çıkmayacağı anlamına gelmez. Zira Asya’da günümüzde bile yaşayan Przewalski atlarının[104] Avrupa’da değil de buradaki varlık ve çeşitliliği, bu hayvanların kaynağının Asya olduğunu gösterir en belirgin işarettir. Bu çerçevede, Batılı bilim adamlarının bir şeyleri gözden kaçırdıkları sonucuna varmamız mümkündür.
 
Fig.15: a= Asya’da yaşayan kiang, kulan ve onager yabani eşeklerinden onager’ler; b= Somali yabani eşekleri. a. (10yearitch.com/?p=1690); b. (www.disaboomlive.com/Blogs/saydrah/archive/20).

Fig.16: Equus africanus somalicus’un Afrika’daki  yayılım alanları. (www.iucnredlist.org/apps/redlist/details/7949).


Bir diğer örnek ise, Equus africanus da denilen Somali vahşi eşekleridir (Equus africanus somalicus). Bunların sayıları Somali, Aithiopia, Eritrea ve buradan kuzeye doğru tedricen azalmakla beraber, Nil nehri kıyılarında da görülmektedirler. Eskiden, Sudan, Mısır ve Libya’daki geniş arazilerde de yaşamlarını sürdürüyorlardı.

Türün baskın özelliği, Asya onager’lerinin sırt ve boyunlarında görülen gri renge karşın, karın ve bacakları hariç tüm vücutlarının gri renkte olmalarıyla, hemen diz hizalarından aşağıya doğru olan ve onager’lerde görmediğimiz zebra tipi koyu çizgiler yanında, diş fırçasını andıran, genelde siyah renkteki yeleleridir. Batılı bilim adamları, onlarla aynı kanıda olduğumuz şekilde, Somali vahşi eşeklerinin, zebralarla çiftleşmeden ortaya çıktığını ileri sürüyorlar. Ancak, zebraların hangi eşek türüyle çiftleştiği hakkında bir fikir ileriye sürmemekteler. Buna karşın, Asya eşeklerinin kökeninin Somali vahşi eşeklerine dayandığı sonucunun, DNA testlerinden ortaya çıktığını savlıyorlar. Oysa zebralar, Asya değil Afrika kökenlidirler. Şayet yukarıda ileri sürülen sav doğru olmuş olsaydı, ya zebraların günümüzde de Asya’da yaşıyor olmaları, ya da daha silik de olsa, Somali vahşi eşeklerinin ayaklarındaki zebra çizgilerinin, genler vasıtasıyla Asya’daki Kiang, Kulan, ya da Onager’lerden bir veya birkaç yeni türünde ortaya çıkması gerekirdi. Afrika’da, Asya yaban eşeklerine benzer başka bir hayvanın olmaması, ister istemez şu soruyu akla getiriyor: “Afrika’da zebralarla çiftleşip Somali yaban eşeğini ortaya çıkaran başka hangi hayvan olabilir, burada böyle bir hayvan var mı?”. Cevabın “hayır” olduğu ortadadır. Sonuç olarak, haritada da görüldüğü gibi, Aithiopia ve civarında görülen Somali vahşi eşeklerinin, büyük olasılıkla, Nuh’un Asya’dan getirdiği Onager vahşi eşekleriyle, zebraların birleşmesinden ortaya çıktığı anlaşılıyor. Aralarındaki renk ve fiziki benzerlikler yanında, Nuh’un karaya çıktığı Klimancaro dağıyla Somali ve Aithiopia’nın aynı bölgede olması, bu tezi kanıtlar görünmektedir. Dolayısıyla, yabancı bilim adamlarının Asya ve Afrika’yla ilgili her konuda yaptıkları gibi, burada da gerçekleri ters yönde saptırdıkları ortadadır.
 
Fig.17: Athene ve Pallas’ın birlikte oyun oynadıkları kenti Skherie olabilecek Kisumu, güneyindeki Serengeti milli parkı ve Ngorogoro koruma alanına ait düzlüklerle, Kigosi ve Mayowosi ormanlık av alanları. (www.strita.info/location/maps.html).


Bu konudaki saptamamız, Büyük tufan sonrasında Nuh’un Afrika’ya çıktığı konusundaki savımızı destekler içerikteki önemli belgelerden bir başkasını oluşturmaktadır. Olasılıkla, Büyük tufan gemisine çift cinsiyetli olarak bindirilen onager’lerden biri ölmüş ve tek kalan hayvan, neslinin devamı için zebralardan biriyle çiftleştirilmiş olmalıdır. Somali vahşi eşeğinin ayaklarında görülen zebra çizgilerinin gen özelliklerinin ne derece ve hangi türün hakim unsurlarını içerdiği hakkında bir bilgimiz yok. Bu yolda kullanılan onager ya da zebranın erkek mi, yoksa dişi mi olması gerektiği konusunu da bilemiyoruz. Daha çok veteriner hekimlerimizin uzmanlık konusu olabilecek değerlendirmelerdeki bilimsel araştırmalarda, onların ilgi ve yardımlarını bekliyoruz.
 
Fig.18: Kenya’da Kisumu Ndogo’da,[105] Antik dönemlerden bu yana geleneksel olduğu açık olan ve eğlence sporu olarak yapılan at binme gösterilerinde, başlarında Athene’nin kranos’u (miğfer), sırtlarında yine onun khlamys’i (askeri pelerin) ve arbyle’leriyle ( ayakkabılarının üzerine taktıkları koruma bantı veya çorap-Anadolu ve Yunan’da yüksek konçlu ayakkabı benzeri) donanmış olan genç kızların gerçekleştirdikleri geçitten görünüm. Büyük olasılıkla adetin nereden geldiğinden habersizdirler. Mitoslarda, Viktorya (Tritonis) gölünün etrafında birbirleriyle savaş oyunları oynadıkları söylenen Athene ve Pallas’ın yanında,[106] Herodotos’un Herodot Tarihi adlı yapıtında, Tritonis gölü etrafında, Afrikalı genç kızların Athene adına yılda bir kez yaptıkları Athene bayramlarını hatırlatıyor.[107] Fun sports: From Safari Rally to Concours d’Elegance, Horse Racing…: (www.skyscrapercity.com/showthread.php?p=52391593-19).


Homeros, Athene’nin Tritonis (Victoria) gölü yakınlarındaki kentinden bahsediyor. Çok merak ettik “Skherie” adlı bu kentin yerini ve anlamını.[108] Erwin Cook’un bir makalesinden başka bir yerde de rastlayamadık. Ancak Cook da, gerçekler hakkındaki beklentilerimizin aksine, Yunan mitolojisinin ütopik masal girdabında boğulmuş. Alkinoos’un sarayını Miken saraylarına benzetip, Yunan dünyasının saray mimarisini nasıl olup da Mezopotamya ve Asur mimarisinden etkilenerek aldığını, Gılgamış destanından yola çıkarak, “sınır oluşturan bölge ya da ülkeler”in durumlarına uygun olarak, Skherie gibi naratif motivasyon içinde egzotik ve parlak bir anlatım kazandırıldığından bahsediyor. Tabii burada, Homeros’a olan övgüyü sezmemek olanaksız. Ancak, Homeros’un Anadolulu olduğuyla, Anadolu mimarisinin göz ardı edildiği, dikkatlerden kaçmıyor. Sonuçta, Cook’un da “Skherie”ye bir açıklık kazandırmadığını görüyoruz.[109]

Yitirilmiş umutlarımızın ardından, araştırma yelpazemizi her yönde sıklaştırma zorunda kaldık. Nihayet sevgili dostum ark. Ercan Sanus’un İngiltere’deki ağabeyi Coşkun Sanus’tan bir ipucu yakalayabildik. Tabii isim Latince “Scherie”ye dönüşmüş.[110] İngiltere’nin Chesire Eyaleti’nde Kovboy usulü (Western styl) at binmeyi öğreten bir okulun sahibesinin ismiymiş “Scherie Dermody”. Sonuçta, ismin anlamı bakımından Athene’nin kentine yine bir açıklık getiremedik. Ancak, Herodotos’un Tritonis kıyılarında savaş oyunu oynayan genç kızları hatırladığımızda, Athene’nin kentinin adının da, tıpkı Scherie Dermody gibi atla ilgili, “at”a ait bir isim olduğu akla oldukça yakın geliyor.

Her şeye karşın, elde bazı bilgiler de mevcut. Örneğin Schmidt, Viktorya Nyanza gölünün (Ukerewe, Nalubale, Sango, ya da Lolwe gölü de deniyor) Kemondo körfezi kıyılarında, Kanari yerleşkesinin kuzeydoğu yakınındaki bir merkezde, demiri ergitmede kullanıldığı anlaşılan odun kömürü kalıntılarına kadar kazı yapmış.[111] Robertshaw’ın yaptığı diğer bir araştırma ise çok daha ilginç. Yazar, Nil kenarındaki El Renk bölgesinde, tıpkı Schmidt’in bulduğu gibi odun kömürü kalıntılarının hemen yanında demirden yapılmış eserlerin varlığını tespit etmiş. Eserlerin tarihlenmesi ise daha ilgi çekici. Zira bunlar, İÖ erken 1. bine tarihlenmiş. Daha güneyde Kenya’nın Turkana bölgesinde ise Namoratunga II yerleşkesinde gerçekleştirilen bir yüzey araştırmasında, tüm iddialara karşın, onun tabiriyle, arkeo-astronomikal[112] dediği bir yerleşkeyle karşı karşıya kalmışlar. Ancak yazar, son araştırma alanlarında elde edilen verilerin (1984 yılı sonrası), Turkwel geleneği[113] ve Namoratunga II kültürleri arasındaki beraberlik ve yapılan tarihlemeler hakkındaki değerlendirmelerin, umutlarını söndürebileceğine de ayrıca değinmeden geçememiş.[114]

Bu bağlamdaki yukarıda anılan tüm veriler, Nuh’un Asya’dan Afrika’ya, Büyük tufan nedeniyle yaptığı zorunlu seyahatin varlığına kesin ve ek kanıtlar oluşturmaktadır.Kutsal kitaplar arasında, tufanla ilgili olarak en geniş bilgileri Tevrat’ta buluyoruz.  Tekvin: 4- 10, 14 arasında, Adem ve nesilleriyle tufan olayına, ayrıca Nemrud’a da ayrıntılarıyla değinilmektedir.[115]

Tinsel inançlarımızı bir kenara bırakacak olursak, Tevrat, en eski geçmişimize ait pek çok kavim ve olaylar hakkında, tarihsel belge niteliği taşımaktadır. Nuh’un yaşı, Tekvin, 7/6 ve 9/28’de, tufan olduğunda 600, tüm yaşadığı yıllar ise 950 yıl olarak verilmiş. Bap.11/10-32 arasında, Sam’ın zürriyetinden, oğulları Arpakşad, Şelah, Eber, Peleg, Reu, Seruc, Nahor, Terah ve Abram’dan (İbrahim Halillullah-İbrahim peygamber)[116] her birinin doğduğu yıllar, babalarının yaşlarına göre ve sırasıyla anlatılmış. Diğer yanda, Nuh’un yaşadığı yıl ve Adem’e kadar uzanan süreci, yaklaşık olarak da olsa saptayabilmemiz için, yaşadığı tarihi bildiğimiz bir kişinin dayanağına gereksinimimiz var.

Bunlardan, İÖ 1263’te doğduğu kabul edilen Hazreti İbrahim, çıkış noktası olarak kabul edilebilir görünüyor. Ancak, bu tarihe göre yapılan hesaplamalarda, Terah’ın doğum tarihi İÖ 1333 ve bundan geriye gidilerek, tufan tarihi İÖ 1655, Nuh’un doğum tarihi 2153, Adem’in yaradılış tarihi ise İÖ 3209 olarak belirleniyor. Bu tarihler, tufan olayını geçmişte bıraktıkları açık olan Nübye (Nubia), Mısır ve Sümer’lerin, Afrika ve Mezopotamya’ya yerleştikleri tarihleri bile karşıtlamıyor. Bu nedenle, İÖ 3209’un çok geç bir tarih olduğu açıktır.          


Fig.19: Büyük bir olasılıkla, Nuh’un gemisinin bir yükseltisinde karaya oturmuş olabileceği,  günümüzde Tanzanya-Kenya sınırı üzerindeki KilimanJaro[117] dağının doruk noktasından görünüm.





Diğer bir olasılık, Adem’den Nuh’a kadar süren yaş sıralaması esas alınarak, Nuh’tan sonra yaşam tarihi bilinen, Ham’ın oğullarından Kuş (Kush) kralı Kuş’un kaynak olarak alınıp, hesabın buna göre yapılmasıdır.[118] Ancak, Tevrat’ta, Sam’ın yaşından bahsedildiği gibi Ham’ın yaşadığı yıllara değinilmiyor. Biz, varsayım olarak da olsa, yaklaşık bir tarih elde edebilmek üzere, Ham’ın da, kardeşi Sam gibi 100 yaşında Kuş’un babası olduğunu ve Kuş’un da en geç İÖ 3500’lerde doğduğunu[119] kabul ederek yapılacak hesabın, doğruya daha yakın tarihler verebileceği noktasından yola çıktık. Buna göre: Ham’ın doğum tarihi yaklaşık olarak, “3500+ 100= İÖ 3600 dolaylarıdır. Bu tarihe, Adem’in 106 yaşında Şit’in babası, Şit’in 105 yaşında Enoş’un babası,[120] Enoş’un 90 yaşında Kenan’ın babası,[121] Kenan’ın 70 yaşında Mahalalel’in babası,[122] Mahalalel’in 65 yaşında Yaret’in babası,[123] Yaret’in 162 yaşında Hanok’un babası,[124] Hanok’un 65 yaşında Metuşelah’ın babası,[125] Metuşelah’ın 187 yaşında Lamek’in babası[126] ve Lamek’in de 182 yaşında Nuh’un babası[127] olduğu ifadesine göre, İÖ 3600 yılına tüm bu yılları eklediğimizde, “3600+1556= İÖ 5156 yılını, yani yaklaşık olarak Adem’in yaradılış tarihini saptadık. Nuh Sam, Ham ve Yafet’in babası olduğunda, 500 yaşındaymış.[128] Ham’ın doğum tarihi olan 3600’e 500 yıl eklediğimizde, Nuh’un doğum tarihini İÖ 4100 olarak bulmamız mümkün görünüyor. Tufan olduğunda, Nuh 600 yaşında olduğuna göre, tufanın tarihini, 4100-600= İÖ 3500 olarak hesaplamamız olası görülebilir. Saptadığımız bu tarihin ilginç yanı, Nuh tufanı hakkında yukarıda verilen ± 3300 tarihini yaklaşık olarak tutması ve bu tarihin doğruluğuna kanıt oluşturmasıdır. Son zamanlarda Çin’de ortaya çıkarılan ve Büyük tufanın çıktığı bölge olduğunu savladığımız Kore ve Büyük Çin ovası etrafında yoğunlaştığı görülen Neolitik-Kalkolitik kültürlerin İÖ 7000-6000’binler sonrasında, genel kapsamda İÖ 3500-3300 dolaylarında ortadan yok olmaları, ya da kesintiye uğramaları da, aynı döneme rastlaması bakımından ayrıca dikkat çekicidir.[129] Biz bu tarihsel yaklaşımın bir rastlantı olduğu kanısında değiliz. Zira mitolojik kaynaklara ek olarak, bölgedeki olaylarla tarihsel veriler, tamamen bilimsel ve kaynaksal verilere dayanmaktadır.

Bu tarihler, Hazreti İbrahim’in doğum tarihinden yola çıkarak bulduğumuz tarihlere göre, çok daha akla yakın. Kral Kuş’un adının geçtiği El Kab hiyoroglif yazıtının, Kuş’un Mısır’a yaptığı seferin hemen ardından, günümüz gazete haberleri gibi yazılmadığı açıktır. Mezarın, kral Kuş’un mezarı olup olmadığı henüz kesinlik kazanmamış. Tabletin, yüz yıl öncesi bir olaydan bahsettiği varsayımında, tufan tarihi, yaklaşık İÖ 3600’lere varmakta, bu tarih de, gerek tufan tarihini ve gerekse Nuh’un torunu Kuş’un krallık dönemini daha mantıklı kılmaktadır. Ancak, Hazreti İbrahim’le (İÖ 1263) çağdaş olan Kuş’un oğlu Nemrud (Nemrut-Nimrod),[130] bu tarihlerle uyum göstermez. Kendi payımıza, doğum tarihi bazı kaynaklarda İÖ 1263, diğer bazı kaynaklardaysa, İÖ 1900, hatta İÖ 2000 olarak gösterilen Hazreti İbrahim’in doğumuyla ilgili tarihlemelerde bir yanlışlık olmalıdır.

Tevratta: Ve Kuş Nimrod’un babası oldu; o yeryüzünde kudretli adam olmağa başladı. O, RABBİN indinde kudretli avcı idi; bundan dolayı; RABBİN indinde Nimrod gibi kudretli avcı, denilir. Ve onun krallığının başlangıcı Şinar diyarında[131] Babil, ve Erek,[132] ve Akkad,[133] ve Kalne idi. O diyardan Aşur’a[134] çıktı, ve Niniveyi ve Rehebot-iri, Kalahı ve Ninive ile Kalah arasında Reseni bina etti; büyük şehir budur[135] olarak açıklanan bölüm, İbrahim peygamberin yaşadığı dönemin tarihlenebilmesi yönünden son derece önemlidir. Bu kapsamda, burada adları geçen Antik kentlere kısaca bir göz atmakta yarar vardır.

Babil (Babylon):  Irak’ta, Fırat nehrinin doğu kıyısında eski Mezopotamya’nın en büyük şehirlerinden biri olan kentin günümüzdeki kalıntıları, Kasr, Mewrkez, Amran İbn-Ali, İsn-İl Esved ve Cumcumah adlı tepelerin üzerinde yer alıyor. Tevrat’taki Babel adı, Sümerce “tanrının kapısı” anlamına gelen kelimenin Babili şeklindeki Akkadca tercümesi.[136] Kuruluşu, yaklaşık olarak İÖ 3500 civarına tarihleniyor.
Erek (Erech-Uruk): Aşağı Mezopotamya’da, Fırat nehrinin batı kıyısında, bugünkü Varka’nın bulunduğu yerde. Sümer ülkesinin önemli merkezlerindendi. Uruk tabakaları adı verilen XIV-XV. Katlar, İÖ 4. bin yılı sonlarına tarihleniyor.[137] Kentin Sümer dilindeki adı “Unuq”. Yapılan son çalışmalar, kentin tarihini İÖ 3500 yıllarına kadar geriye götürmekte. İlk kuruluşu, yaklaşık olarak Babil’le aynı tarihleri kapsıyor. Tell el-Obeyd’te yapılan kazı çalışmaları, Sami soyundan olan Sümerlerin, İran’dan gelen Obeyd kültürüyle karıştığına işaret ediyor. Sümerolog’ların, ortaya çıkarılan tabletler üzerinde yaptıkları çalışmalara göre, Sümerlerin bir kısmının Orta Asya, bir bölümünün ise Doğu’da “Dilmun[138] denilen bir ülkeden geldiklerini ortaya koymuş.
Akkad (Akkat): Tevrat’taki bilgilere göre, Nemrud’un Sümer ülkesinde kurduğu dört kentten biri. Orta Mezopotamya’da, İÖ 4. binde Mezopotamya’ya gelip uzun süre Sümerlerin egemenliğinde yaşamış bir toplumdu. Dilleri, Sami dil gurubundan. Kral Sargon döneminde (3. bin),[139] Nippur’dan başlayıp Güney Mezopotamya’ya kadar olan alanı kapsayan bölge, Sümer ülkesi olmasına karşın Akkad hâkimiyetine girmişti.[140]
Kalne (Raqqa-Rakka ?): Anadolu İon döneminde Kallinikon olarak bilinen kent, bugün Suriye’de, Hasek ilinde. Antik veriler çerçevesinde, büyük olasılıkla Kalne olduğu varsayılan kentte, henüz arkeolojik çalışmalar gerçekleştirilmemiş. Fırat nehrinin Balık ile kavuştuğu yerin yukarısında yer alıyor.[141] Herşeye karşın, Tevrat’ta adı geçen Babil, Erek ve Akkad’ın, İÖ 3500’deki tarihlemeleri göz önüne alındığında, Tevrat doğrulanıyor. Bu durum, Kalne’de yapılacak çalışmaların da, aynı tarihleri destekleyeceği kabul edilebilir görünür.

Yukarıdaki veriler çerçevesinde, bu dört kentin kurucusu olarak, Nemrud’un yaklaşık İÖ 3500 yıllarında yaşamış olduğunu tespit edebiliyoruz. İbrahim peygamber de Nemrud’la çağdaş olduğuna göre, onun yaşadığı dönemin de İÖ 3500’lere dayandığını ileri sürmek, akla daha yakın gelmektedir.

Doğduğu kentten bir nedenle kaçarak Samos adasında İoncasını ilerleten Halikarnassoslu (Bodrum) Herodotos,[142] Mısır’da yaptığı araştırmalarda, Anadolu-Yunan tanrı ve tanrıçalarını araştırmış.[143] Bu durum, tarihçimizin tanrı mitoslarının kaynağı ve asılları hakkında kuşkuları olduğunu ortaya koymaktadır.

Herodotos, krallığını bir ara Etiyopyalı Sabakos’a kaptıran Kral Anysis (Kör kral)[144] öldükten sonra, Hephaistos rahibi Sethos’un tahta geçtiğinden bahsediyor.[145] Anlatıya göre, ilk kraldan sonuncu olan bu krala kadar üç yüz kırk bir insan kuşağı ve bu kuşaklar sayısınca da büyük rahip ve krallar gelmiş. Herodotos bu kuşak sayısına göre, arada geçen süreyi, üç kuşağı yüz yıl hesabıyla on bir bin üç yüz kırk yıl olarak hesaplıyor. Buradan, İÖ 5. yüzyıldaki ortalama insan ömrünün 30-35 yıl olarak hesaplandığını çıkarmamız mümkündür. Bu süre içinde hiçbir tanrı, insan kılığında görülmemiş. Ancak, güneş dört sefer başka yerlerden doğmuş. İki sefer battığı yerden doğup, iki sefer doğduğu yerden batmış. Ama bu durum, Mısır’ın doğa ve insanını etkilememiş.[146] Herodotos’un, daha doğrusu Mısırlı rahiplerin anlatıları, Alt Pleistosen’de Alt ve Orta Paleolitik dönemlerle, bu sırada oluşan ve aralıklarla süren son iki buzul dönemini (Riss ve Würm) anımsatıyor. İfadenin, Mısırlıların henüz Afrika’da olmadıkları, yani yeni neslin bu olaya şahit olmadığı anlamına geldiği açıktır.

Tarihçimiz anlatısının devamında şunları söylüyor: Benden önce bir gün, tarihçi Hekataios, Thebai’de kendi soy zincirini açıklamış ve on altıncı basamaktaki atasını tanrı olarak göstermiş;[147] Zeus rahipleri o zaman nasıl davrandıysalar, bana da, soy zincirim hakkında bir şey söylemediğim halde, aynı şekilde davranmışlardır; beni tapınağın içine aldılar, geniş bir yer; ağaçtan yapılma kolos heykelleri tek tek gösterip saydılar, toplam tam tamına….rahipler bunları bana gösterip sayarlarken büyük rahipliğin babadan oğula gittiğini de söylemişlerdir….Hekataios, soy zincirini saydığı ve kendisini on altıncı basamakta bir tanrıya bağladığı zaman, sayıların da doğruladığı bir başka soy zinciriyle çelişkiye düşmüş oluyordu ve bir insanın bir tanrıdan inebileceği üzerine söyledikleri kabul edilmemişti; çünkü, onlar da ona kendi atalarını saymışlar ve burada heykeli bulunan herkesin bir “piromis”den gelme bir “piromis” olduğunu söylemişler ve bir teki de bir tanrının ya da bir kahramanın evlâdı olmayan üç yüz kırk beş heykeli birer birer sayıp göstermişlerdi. “Piromis”, bizim Yunanistan’da “doğru adam” dediğimizdir”.[148] Anlatımının devamıysa şöyle: O sırada orada heykeli bulunanların hepsini bu adla andılar ve hiç birisini tanrılara bağlamadılar. Bu insanlardan önce, diyorlardı, Mısır’ı tanrılar yönetiyordu ve kendileri de insanlarla beraber burada oturuyorlardı ve iktidar her zaman onlardan birinin elinde bulunuyordu; bunların sonuncusu Osiris oğlu Horos’tu, yani Yunanlıların Apollon dedikleri; bu Typhon’u[149] yenmiş ve Mısır’da sonuncu olarak hüküm sürmüştü. Osiris, Yunanistan’da Dionysos’tur”.[150]


“Herakles,[151] Dionysos ve Pan, Yunanistan’da en genç tanrılar olarak sayılırlar; Pan, Mısırlılara göre bu üçünün en eskisidir ve ilk tanrılar kuşağı olarak gösterilen sekiz tanrı arasında sayılır; Herakles on iki tanrıdan oluşan ikinci kuşağa girer, Dionysos ise bu on ikiden doğan üçüncü kuşaktandır. Mısırlılara göre Herakles, kral Amasis zamanına kadar kaç yıl yaşadı, daha önce söylemiştim; Pan için daha da uzun derler; bu üçü arasında en kısa ömürlüsü olan Dionysos için de, Amasis’e kadar, on beş bin yıl hesap ederler. Mısırlılara göre bu sayılar kesindir, zira yılları titizlıkle saymışlar ve olayları yazmışlardır. Bir de öbür Dionysos’a, Kadmos kızı Semele’nin oğlu denilene bakalım: Günümüze kadar bin altı yüz yıl sayarlar; Alkmene’nin doğurduğu Herakles, en çok dokuz yüz yıl kadardır; Penolopeia’dan doğan Pan (Yunanlılar Pan’ı, Hermes’in bir ölümlüden olma çocuğu sayarlar), Troya savaşından daha gençtir, ondan günümüze kadar geçen zaman sekiz yüz yıldan çok değildir”.[152]

Yazar, Mısır ve Anadolu-Yunan tanrılarını karşılaştırdığı satırlarında, şöyle iki ayrı anlayışa yer vermektedir: “….Eğer Semele’den doğan Dionysos ile Penelopeia’dan doğan Pan da, Amphitryon oğlu Herakles gibi, Yunanlılar arasında ortaya çıkmış ve onlar arasında yıl tüketmiş olsalardı, onların da, onun gibi önce insan oldukları, sonra kendilerinden önce gelmiş olan bu tanrıların adını taşıdıkları söylenebilirdi. Ama gerçek bambaşkadır: Dionysos için Yunanlılar derler ki, doğduktan sonra Zeus onu kendi bacağına dikmiş ve Mısır’dan daha öteye, Ethiopia’daki Nysa kentine götürmüş; Pan’a gelince, doğduktan sonra nereye götürüldüğünü söyleyemezler. Bundan ötürü bence, pek belli bir şeydir ki, Yunanlılar bu tanrıların adlarını öbür tanrıların adlarından daha sonra öğrenmişlerdir; ve bu adları öğrendikten sonradır ki onları yaşatmış ve bir soy kütüğü tertipleyebilmişlerdir”.[153]

Tarihçinin: “…burada heykeli bulunan herkesin bir ‘piromis’den gelme bir ‘piromis’ olduğunu söylemişler…” ifadesi ilgi çekicidir. Lâtince kökenli “promis” kelimesi, “= söz, vaat, vaat edilen şey”i ifade ediyor. Herodotos bu kelimenin, Yunanistan’da “doğru adam” anlamına geldiğini söylüyorsa da, bize göre, doğru ve sözlerine güvenilir, sözlerinden kuşku duyulamaz bu adamların, atalarına verdikleri önemli bir söz, vaat ettikleri bir şeyler olmalıdır.
 
Fig.20: Pasifik, Hint ve Atlantik okyanuslarındaki sıcak ve soğuk su akıntıları.
(www.starfish.ch/Zeichnung/Karten/Stroemungen.GIF). Uyarlama. (Atalay, Y. Arş. Hrt.)

Bunlar, bir takım gizleri ve sırları saklamaya mı söz vermiş, vaat etmişlerdi? Olasıdır. Zaten yukarıda değindiğimiz kral Piankhy’in, arşivi düzenlemek, bilgi ve belgeleri korumak için güvenilir bir kişi arayışı da, bilgilerin ne kadar titizlikle korunduğuna işaret ediyor. Promis rahipler, soy zincirine ait kayıtları tutmuş ve bunları arşivlemişler. Bu denli titizlikle tutulan kayıtların içeriğini merak etmemek elde değil. Sırlar konusunda, kendilerinden önceki rahiplerin güvenlerini kazanarak promis olmaya layık görülen yeni rahip, kendisinden sonra gelecekler arasında da promis olabilecek birini seçerek onu rahip ilân etmiş. Ancak, kutsal kitaplarda yer alan yukarıdaki bilgiler, her şeye karşın, Mısır sırlarının bir kısmının bir yerlerden sızıp, dışarıda birilerine kaçırılmış olduğuna işaret etmektedir.
 
Fig.21: Pasifik ve Hint okyanuslarında, lamarın da etkisiyle sıcaklığı iyice artan su akıntılarının oluştuğu bölgelerdeki tusunami dalgalarının, bu akıntıların daha da hızlanmasıyla vardıkları kıtalarla, tusunaminin sığ kıyı yollarından ulaşıp yerleştiği çanaklar. A= Tufan sonrasında oluşan, Taklamakan-Gobi iç denizi; 1, 2= Sıcak su akıntıları; 2= Uzak Doğu ve Afrika’nın doğusundaki tektonik olaylar ve lamarın ardından iyice ısınan deniz suyunun artan sıcaklığının yayılıp istila ettiği alanlar; 3= Bu sıcaklığın etkilediği Pasifik okyanusunun diğer bölgeleri; 4= Ilık akıntılar; 5= Soğuk akıntılar. (Atalay, Y., Arş. Hrt.)

Bu dönemlerde, rahipler sınıfının insanlar üzerindeki etkilerini imgeleyecek olursak, inançları istismar etmeleri ve kendilerini tanrı olarak tanımlamaları halinde, zamanın cahil halkını kandırmalarının işten bile olmadığı çıkar ortaya. Günümüzde böyle bir erkin, birkaç insanın elinde toplanmış olması düşüncesi bile korkutucudur. Bu şekilde davranmamış olmaları, doğruluklarından kuşku duymadığımız Herodotos ve Mısırlı rahiplerin anlatılarına inanmamız gerektiğinin doğrudan kanıtlarını oluşturmaktadır. 
 
Fig.22: a= Büyük Beyaz Piramit. Hava fotoğrafı, 1939-1945 (daha çok 1944-45) arasında, Amerika Birleşik Devletleri pilotu James Gaussman tarafından çekilmiş; b= Meroë’de Nubia piramitleri.
a. Chinese pyramids-Wikipedia; the free encyclopedia: (en.wikipedia.org/wiki/chinese_pyramids-17k).
b. Ancient Africa’s Black Kingdoms: (www.homestead.com/wysinger/ancientafrica.html-94k).

Çin’den Etiyopya’ya ulaşan Nuh ve oğullarından intikal eden “sırlar”[154] ışığında, bugünkü Sudan’da Nübye Meroe/ë[155] arkeolojik alanında bulunan piramitler, piramit geleneğinin Afrika’ya nereden geldiğinin açık göstergesidir.
 
Fig.23: Büyük tufan sonrası, tusunami dalgalarının işgal edip uzun süre yerleştiği çanaklarda, deniz sularının toprak tarafından emilmesi, bir kısmının ise buharlaşması sonucunda oluşan çölleşmiş bölgeler: 1= Gobi çölü,; 2= Tarım havzası- Taklamakan çölü; 3= Karakum çölü; 4= Lut çölü; 5= Tahar çölü; 6= Tar çölü; 7= Suriye çölü; 8= Arabistan’da Rubil-hali ve Necef çölleri; 9= Büyük Sahra çölü; 10= Çalbi, Kisimu ve Namibya çölleri; 11= Kalahari çölü; 12= Avustralya’da Büyük Kum, Gibson ve Büyük Viktorya çölleri; 13= Amerika kıtasında, Oregon çölü; 14= Büyük çöl; 15= Mojave çölü; 16= Chihuahuan çölü; 17= Peru çölü; 18= Atacama çölü; 19= Patagonya çölü. (Atalay, Y., Arş. Hrt.).

"Peki bu sırlar neydi?", diye geliyor insanın aklına. Niçin Mısır halkından saklanıyordu? Bize göre, atalarının Asya’dan gelişleri saklanmıştı sırlar kuşağında. Geldikleri bölge olan kutsal Ra’nın gözü, yani “Khem-Kem” saklanmıştı. Nedeniyse basit. Halkın haberi olsaydı, kutsal Ra’nın asıl topraklarına (Taklamakan çölü-Tarım havzası) göç etmek isteyecekler ve Mısır boşalacaktı. Hani biz Türklerin asırlardır aklımızdan çıkmayan Orta Asya’daki topraklarımız gibi. Konuyla ilgili ayrıntılara biraz ileride değineceğiz.

Mısır kültürünü yaratan kaynak, kuşkusuz günümüzde Çin’deki X’i-an’ın 140 km güneybatısında bulunan Büyük Beyaz Piramit’i (Great White Pyramide) yaratan kültürlerdi.[156] Asya’daki piramitlerin varlığı, Herodot Tarihi’nde, Mısır’daki Zeus ve Hephaistos tapınaklarında yer aldığı belirtilen gizli belgelerin,[157] buraya nereden ulaştığı sorusuna anlam kazandırıyor. Nuh ve oğulları, gemileriyle Kilimanj>c<aro dağının yamaçlarındaki bir yere vardıktan sonra, Etiyopya ve Nübye yoluyla Mısır’a varan sırlar, Mısırlı rahipler tarafından arşivlenip saklanmış. Bunu, Etiyopya’lı kral Piankhy’in, yakın atası ve memleketlisi olan Nuh nedeniyle, arşiv belgeleri üzerinde gösterdiği çabalarından saptayabiliyoruz. Bu durum, Tevrat’ta yer alan Nuh Tufanı’nın, tarihlere varıncaya kadar, neden bu kadar ayrıntılı anlatılabildiğinin kanıtlarını oluşturur[158]

Yukarıda tespit edilen bilgi ve tarihler, arkeolojik verilerle de destekleniyor. Saptamalarımız, Ham ve Sam’ın nesillerinden olan Kuş ve Nemrud’u, yaklaşık tarihlerde buluşturmakta, dolayısıyla Hazreti İbrahim için de daha doğru bir tarih ortaya koymaktadır.

Tufanının Mezopotamya’da oluşmadığı, Afrika Nübye’de ortaya çıkan Ham’ın oğlu ya da nesillerinden olan kral Kuş nedeniyle, Uzak Doğu’da (İç Moğolistan-bugünkü Çin) meydana gelen tufandan kurtulan Nuh’un, Asya’dan Afrika’ya ulaşmasından da anlaşılıyor. Diğer tarafta, eski bir söylenceye göre, Hami soyundan geldikleri savlanan toplumların, Etiyopyalılar ve Libyalılar olduğu konusuna değinmekte ayrıca fayda var. Şayet Çığ’ın dediği gibi tufan Orta Asya’dan çıkmış olsaydı, tatlı yağmur suyunun yükselmesiyle meydana gelecek seller, doğal ki ne burası ne de Avustralya, Arabistan, Afrika ya da Amerika’daki toprakları çöl haline getiremeyecekti. Zira, Afrika’nın tufan öncesinde çöl olmadığını Kritias’tan öğreniyoruz.[159] Diğer kanıt ise, Pasifik okyanusunda doğan tufanın, okyanusun doğusunda ona bir set oluşturan Amerika kıtası nedeniyle, kıtanın Atlantik okyanusu kıyılarını; deniz sularının çoğuna çanak oluşturması nedeniyle de, Büyük Sahra çukurunun ardından Akdeniz setini aşamayan tufan sularının, kuzeydeki Avrupa sahillerini etkileyememiş olduğu hakkındaki saptamalarımızdır.[160]
 

Fig.24: Marduk’un Afrika’da Turkana gölüyle (A), Asya’da Ordos (Yen-men, B) doğrultusundaki geçişi sırasında, Madagaskar’ın doğusundaki Réunion (2) ve Tayvan’ın doğu yakınında Yonaguni adasındaki (1) volkanları tetiklemesi sonucunda oluşan tusunami dalgalarının, Pasifik’le Hint okyanusundaki sıcak-  soğuk su akıntılarının da katkısıyla etkilediği alanlar ve bunlara bağlı göç yolları. (Atalay, Y., Arş. Hrt.).

Mısır tarihi ve sanatı üzerinde yazdığı kitapla ünlenen Carpiceci’nin, İÖ 4. binde Nil kenarlarında (Etiyopya-Nübye) birdenbire ortaya çıktığını söylediği Asya kökenli kültür, bölge hakkında tespit ettiğimiz tarihleri destekler içeriktedir.[161] Yalnız, Nil’in taşmasına bağladığı Büyük tufan olayıyla ilgili olarak onunla aynı kanıda değiliz. Sahra çöllerinde rastlanan prehistorik dönem kültür kalıntıları, vaktiyle buraların çöl olmadığının açık göstergesidir. Uzun zaman deniz suyunun etkisi altında kalan, zengin bitki örtüleriyle kaplı toprakların, meydana gelen asit sülfat etkisiyle önce gri çamur haline dönüştüğü, sonra diplerde demir sülfürlü tabakalar oluşturarak verimsiz kıldığı ve zaman içinde çölleştirdiği bilimsel bir gerçektir.[162] Bu veriler, kıtanın tufan sırasında ve büyük ölçüde deniz suyuyla kaplandığına işaret eder. Deniz suyunun tamamını üzerinden atan yüksek konumlu coğrafya, kısa sürede tekrar eski verimli ve yeşil haline dönebilmiş. Ancak buna çanak oluşturmuş ve üzerinde uzun süre muhafaza etmiş toprakların tamamı çöle dönüşmüştür. Taklamakan çölünün bir zamanlar deniz olduğu hakkındaki iddialar, bu çanakta birikmiş ve Büyük tufan dolayısıyla oluşmuş deniz suyunun, kuruması uzun zaman sonrasında gerçekleşmiş olması nedeniyle doğru olmalıdır. Afrika kuzey yarıküresinde, yaklaşık 16º-51º kuzey paralelleri arasında kalan Sahra çanağıyla, Arabistan çölleri de böyle bir etki altında kalmıştı. Buna Taklamakan ve Gobi çölleri de dahildir. Bu nedenle, tufanın Orta Asya kaynaklı olduğunu ileri süren Çığ’a ait savın doğru olmadığı ortadadır.
  
Fig.25: Yonaguni adasının tektonik yapı merkezi ve yeryüzüne dağılan fay dalgalarını gösterir kuramsal P- Dalga boyları haritası.[163]
USGS Earthquake Hazards Program: Earthquake Report: Taiwan Region: (Neic.usgs.gov/neis/eq_depot/2002/eq_020331/13k).


Belgeleri destekleyen kanıtlardan bir diğeri, büyük olasılıkla tufan sırasındaki tektonik olaylara işaret eden ve son keşiflerden birini oluşturan Tayvan’ın (Taiwan)  kuzeydoğusunda,  Ryukyu (Yaima-Yaeyama) adaları olarak bilinen adalar zincirindeki Yonaguni adası yakınında ortaya çıkmış. Dalgıç eğitmeni olan Kihachiro Aratake, on yıl kadar önce ada yakınlarında yaptığı dalışı sırasında, yüzeyden 20 ayak (feet)[164] aşağıda müthiş bir yapının varlığını keşfetmiş.[165] Keşfedilen basamaklar önce, buradaki bir dağın yamacındaki teraslar olarak kabul görmüş. Yapının temelleri, deniz yüzeyinden 250 ayak (76,20 m) aşağıda. Taban uzunluğu, 100 ayak (30,48 m), yüksekliği 80 ayak (24,38 m) tutuyor. Piramidin, Çin’in Pasifik okyanusuna bakan tarafında tespit edilmiş olması, Xinhailien ve Lienyungang kentleri yakınında, denize dik olarak uzanan Ch’ien-Yun-t’ai Shan merkezli Yun-t’ai dağı çevresindeki Çin ovasında yaşanan tufan olayının en gözle görünür kanıtıdır. Bu durum Yonaguni, dolayısıyla Çin’deki piramitleri en geç İÖ 4000-3500 arasına tarihlememize olanak sağlıyor. Saptadığımız bu tarih, Meroë ve daha sonra Mısır, diğer tarafta Güney Amerika Maya, Aztek ve İnka geleneğine bağlı piramitlerdeki, tarihsel gelişimle uygunluk sağlaması yönünden de geçerlilik kazanır. Herodotos’un anlattığı, İskitlerin odunlardan yığarak yaptıkları piramitlerde, tepe noktasına çıkmak için bir tarafta gerçekleştirdikleri basamaklar, Mezoamerikan kültüründeki bir tarafı merdivenli piramitlere olan benzerliğiyle dikkat çekicidir.[166]

Diğer bir kanıt, Anadolu-Yunan mitoslarındaki ölü ruhların, kayıkçı Kharon tarafından taşınarak üzerinden geçirildikleri Akheron ırmağının kaynağının da bugünkü Çin topraklarına dayanıyor olmasıdır. Sümer mitosunda,  Gılgamış’ın (Gilgamesh-Bilgame) gördüğü işlerin sayısı,“Herakles’in görevleri” gibi on ikidir.[167] Enkidu’nun ölümünden korkan Gılgamış, tıpkı tanrılar ve tufanı yaratan Utnapiştim gibi ölümsüz olmayı dilemişti.[168]

Destanın bizi ilgilendiren kısmı olan bundan sonraki bölümünde, şöyle bir anlatımla karşılaşıyoruz: “Kral yüksek dağları aşar, gece gibi karanlık yerlerden geçer,[169] sonunda, ağaçlardan yemiş yerine değerli taşlar sarkan güzel bir bahçeye varır.[170] Orada oturan Siduri, yolculuğuna devam etmesi için gerekli bilgileri ona verir. Gılgamış o güne kadar kimsenin sağ çıkmadığı Ölüm denizini geçecektir. Bunu öğrendiği halde kumsalda onu karşı kıyıya geçirecek olan kayıkçı Ur-Şanabi’yi[171] bulur…”.[172] Gılgamış burada, henüz Afrika’nın Madagaskar’a bakan kıyılarındadır. Bunu, Madagaskar elmasına [Altın elma- l’Hydnora esculenta-Madagaskar elması- καλλίστ, “kallistē(i)][173] göndermede bulunulduğu açık olan, “ağaçlardan yemiş yerine değerli taşlar sarkan güzel bir bahçe…” ifadesinden anlıyoruz. Yani, Sümerlerin hafızalarının pek taze kalmadığı anlaşılıyor. Ayrıca bu benzetme, onların da Nuh’la aynı yolu kat ettiklerinin açık kanıtını oluşturmaktadır.

Śyāma Jātaka’dan çizim. 301 numaralı mağaradan duvar resmi (Erg nehri-Lo nehri-Nun-Ölüler denizi-Katranlı nehir-Akheron Irmağı)

Pao-chen Chen, “Time and Space in Chinese” adlı makalesinde, Han hanedanlığı dönemindeki (İÖ 207-220) mağara resimlerini incelemiş.[174] Yazar konuyla ilgili açıklamalarında şöyle diyor: “301 numaralı mağarada, Ajanta frizi üzerinde, Śyāma’nın, kenardaki kulübelerden birinde, atalarıyla ayrılıp birleşmelerinin tasvir edildiğinden bahsediliyor. Kral ise, diğer uçta av yapmaya çıkmıştır. Śyāma’nın[175] ölümüyle, tekrar hayata dönmesi orta bölümde tasvir edilmiş. Bu mantık dışı anlatım tarzı, kuzey Wei ressamları tarafından gerçekleştirilmişti. Geyiklerin kralı Ruzu’nun Jātaka’daki tasvirinde de bu anlatım tarzına rastlanıyor. Üslûp, 301 ve 417 numaralı mağaralarda görüldüğü gibi, Tun-huang duvar resimlerinde Śyāma Jātaka’ların çoğu için uygun bir kompozisyon haline gelmişti. Eserler, sırasıyala Kuzey Chou ve Sui dönemlerine tarihlendirilebilir. Fakat, Hindistan ekolüne benzer bir tipi oluşturan üslûbun, 6. yüzyılın sonlarına doğru, giderek azaldığı saptanıyor. 302 numaralı mağaradaki Śyāma Jātaka’dan itibaren, bu eserleri Sui dönemine[176] tarihlemek mümkün. Kronolojik bir sıra gösteren eserler, Çin sanatının etkisini yansıtmaktadır”.
 

Fig.26:  a= Yonaguni piramidinde inceleme yapan bir dalgıçla, piramit arasındaki  oranı gösterir resim; b= Yonaguni adasının tektonik yapısı ve fay hattını gösterir harita
a. Underwater Pyramids: Japan:
                (www.cyberspaceorbit.com/phikent/japan/japan.html-4k).
            b. USGS Earthquake Hazards Program: Earthquake Report Southeast of…:
                (Neic.usgs.gov/neis/eq_depot/1998/eq_980503/13k).


Kendi payımıza biz, Pao-chen Chen’le aynı kanıda değiliz. Bu nedenle, bize göre resmin yorumu şöyle değerlendirilmelidir: Üst kısmındaki dalgalı çizgilerin, bir deniz ya da nehrin sularını tasvir ettiği kuşkusuz (1). Ancak, dalgaların her iki kenarda, eğimli olarak yukarıya doğru gösterilmiş kıvrımları, suyun kapladığı alanın kesin sınırlamadan uzak olduğunu, dolayısıyla bir deniz tasviri (Sarıdeniz-Doğu Çin denizi, ya da Güney Çin denizi) olduğuna kesinlik kazandırıyor (2). Resmin içinde, çeşitli şekillerde gösterilmiş olan kara siluetler, suyun tektonik içeriğine (katran birikintileri) işaret eder. Aralara bol miktarda serpiştirilmiş bitki motifleri, Antik Anadolu-Yunan mezarlarında bolca saptanabilen Asfodel (Çiriş otu) çiçekleridir. Yazar tarafından uzay araçları (uzay-hücreleri aygıtı) olarak nitelendirilen ve bize göre tanrı (Bilge insan) tasvirleri olan figürlerle diğer insan figürlerinin, suyun içinde gösterilmiş olmaları dikkat çekicidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder